Kapitalist modernitenin kurduğu hegemonyalar çok çeşitlidir; söz gelimi insan-merkezciliğin bir ürünü olarak gelişen ekolojik tahakküm, sınıfsal çelişkilerin ürünü olarak burjuvazi diktatoryası, ve bir ulus ekseninde birleşilerek diğer ulusal kimliklerin, ritüellerin, kültürlerin bastırılması ve egemen kimlik üzerinden siyaset yapılması anlamında etno-sentrizmin bir ürünü olarak gelişen ulus-devletler, ulus tahakkümü. Yazının esas konusu ise etno-sentrizmin yarattığı ulus tahakkümünü göstermek, halkları manipüle eden milliyetçi retoriği deşifre etmektir.
Devletler arası, uluslararası savaşlar emperyal çıkarlar uğruna sürekli gerçekleştirildiği gibi aynı zamanda savaş endüstrisi üzerinden para kazanmak, devlet bürokrasisini güçlendirmek adına mazaret üretmek, düşman paranoyası üzerinden tek adamı kültleştirmek gibi olguların gerçekleşmesi adına da savaş halinin süreklilik kazanması arzu edilir. Güncel savaşın varolması veyahut güncel savaşın olabilirliğine dair savaş psikolojisini canlı tutacak bir mitin olması tahakkümü maskelemek, “aynı gemideyiz” aldatmacasını kullanmak, siyaset üstü görünümlü devlete kutsiyet atfetmek gibi fiiliyatlara olanak tanıyabilmektedir. Halklar kapitalist modernitenin sermayenin tek bir elde toplanmasını arzu edişinin bir ürününden başka bir anlama tekabül etmeyen ulus devleti kutsallaştırarak; devletin içindeki bürokrasiyi, tekel sermayeyi görmezden gelerek savaşını ülke içinden ziyade ülke dışına odaklarlar. Bazıları için tarihsel bir gereklilik olan yeni bir ulus devletin inşası, veyahut bireylerin kendi ulusal devletinin sınırları içerisinde yaşama arzusu içinde olmaları kişilerin kendi dilinde işkenceye uğramayı arzu edişinin bir başka ifadesidir.
Emperyal çıkarlar uğruna bölünen, kendi aralarında savaşan, çok kutuplu hâle gelen emperyalist ülkeler; söz konusu işçi sınıfının, ezilenlerin, ötekilerin özgürlüğe adım atması olduğunda, ötekilerin fiili mücadelesi alanlarda tezahür ettiğinde bir araya gelerek kendi sınıfsal, bürokratik çıkarlarını devreye sokar, bir bütün hâlinde bir arada hareket ederler. Emperyalizmi, ulusal tahakkümü, kolonizasyonu halk nezdinde meşru kılmanın bir başka ifadesi olan milliyetçilik, bürokratların zenginleşmesiyle sonuçlanır. Bunun ampirik düzlemdeki değerli örneği 40 yıldır süren sağ hükümetlerle KDP arasındakı uzlaşı, güncel açıdansa AKP-KDP birliğidir. Her iki oluşum da milliyetçi retoriği baskın bir şekilde kullanmaktadır. Sözgelimi Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgede yaşayan Süryani, Ermeni halklarını görmezden gelerek mecliste yalnızca Türkmenlere azınlık kotası vermekte, menülerde Kürtçe kullanımını zorunlu hale getirmektedir. AKP rejimi ise benzer şekilde milliyetçi retoriği kullanmakta, Kürdistan kavramını kullanan Sezai Temelli’ye “defol git” demektedir. Peki gerçekte işleyiş nasıldır? İlk başta Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin siyasal işleyişi izah edilecek ardından, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle yapılan işbirliğinden bahsedilecektir.
Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin cumhurbaşkanı Neçirvan Barzani, başbakanı Mesrur Barzani, iktidar partisi KDP’nin başkanı ise Mesud Barzani’dir. Siyasal bürokrasi tamamıyla ata erkil soy bağıyla ilerlemektedir. Erbil’deki Kürdistan Üniversite’sinin rektörü ise henüz 23 yaşında atanan Neçirvan Barzani’nin oğlu olan İdris Barzani’dir. Kooplin’in ulaştığı verilere Barzani ailesinin servetinin görünür yüzü şu şekildedir: “Yüzlerce milyon dolar değerinde Dubai’da gayrimenkuller. 1,27 milyar dolar Zaitoon City projesi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme), 300 milyon dolar Lanaz rafinerisi (KRG yatırım fonunun yaptığı bir değerlendirme), 100 milyon dolara yakın ABD’deki gayrimenkuller, Ster ve Kar gibi şirketlerin değerleri.” KDP ailesi böylesi bir zenginlik yaşarken, 2017’de yoksullukla boğuşan Güney Kürdistan halkı hükümeti protesto etmiş, protestoların neticesindeyse güvenlik güçleri 100’e yakın kişiyi yaralamış, 4 kişiyi öldürmüştür. Vaziyet KDP bürokrasisiyle sınırlı değildir. YNK’nin kurucusu Celal Talabani’nin oğlu Kubad Talabani Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başbakan yardımcısı ve YNK’nin liderlik konseyi üyesidir. Irak Parlamentosu Asayiş ve Güvenlik Komisyonu Üyesi Bedir el-Ziyadi’ye göre Türkiye’nin Güney Kürdistan topraklarında 70 üssü, 30 bin askeri mevcuttur; resmi verilere göre ise 38 üssü bulunurken, 10 bin askeri vardır. Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Etnik ve Dini Oluşumlardan Sorumlu Bakanı ve Irak Türkmen Cephesi (ITC) Yürütme Kurulu Üyesi Aydın Maruf “Geçmişten bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti her zaman bölgede olan insanlara, vatandaşlara, bütün etnik gruplara, dini gruplara ayrım yapmadan büyük bir destek, büyük bir katkı sağlamıştır.” ifadesini kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Pençe Kilit operasyonuna destek vermiştir. Keza askeri operasyon başlamadan önce Mesrur Barzani Hakan Fidan ve Erdoğan’la Ankara’da görüşerek operasyonu el altından destekleyeceklerinin sinyallerini vermiştir. Hendek katliamı yaşandıktan, HDP’li milletvekilleri tutuklandıktan, binlerce insan öldürüldükten sonra Mesut Barzani 2018’de Erdoğan’ı ziyaret edip seçim sonuçlarından ötürü tebrik etmişti. Barzani rejimi Zaho katliamını gerçekleştiren Türk Devleti adına sözcülük yaparak, kimyasal kullanımının araştırılmasını engelleyerek, 1200 maskeyi toplayıp Türk Devleti’nin katliamına yol açarak her şekilde desteğini belli etmektedir. YBŞ’ye karşı benzer şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle beraber iş birliği yapmakta, Irak hükümetine YBŞ’yi topraklardan çıkarma çağrısı yapmaktadır. Türk burjuvazisiyle de iyi anlaşan KDP rejimi Cengiz İnşaat başta olmak üzere beşli çetenin ana ortaklarıyla iş birliği yapmış Hawler (Erbil) Uluslararası Havalimanı,
Erbil – Altunkopri (Perdi) Yolu Yapım ve Rehabilitasyon İşi’ni bizzat Cengiz İnşaat tamamlamış, Güney Kürdistan’da Işık Üniversitesi kurulmuş, bizzat Erdoğan’la Mustafa Koç’un görüşmesine Barzani aracılık etmiştir. Görünürde düşman olan iki ulus devlet halkları milliyetçi retorikle manipüle ederken askeri ve ekonomik anlamda ittifak kurarak ilan edilen totaliter rejim idaresinin süresini uzatmaya çalışmaktadır.
Bahsedilen vaziyet yalnızca AKP-KDP ittifakı için geçerli değildir. Türk halkının Yahudi halkına antipatiyle yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Bununla beraber Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkeler arasında İsrail’i ilk tanıyan devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı beraber hareket eden Türkiye ve İsrail Devletleri birbirlerinin Orta Doğu’daki güvencesidir. Türkçü paradigmayı inşa eden İttihat ve Terraki Cemiyeti bizzat mason localarından aldığı desteklerle kurulmuştur. 1942 Varlık vergisi sürecine kadar Yahudiler Türkiye’de tehdit olarak algılanmamıştır; buna karşın Pontus, Ermeni soykırımında, Zilan, Dersim, Koçgri katliamlarında doğrudan Türk olmayan uluslar hedef alınmıştır. Çevik Bir bizzat 28 Şubat Darbesi’nin İsrail’in arzusuyla gerçekleştirildiğini ifade etmiş, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkileri iyi olan Fethullah Gülen, Süleyman Demirel gibi isimler, TUSİAD gibi kurumlar 28 Şubat Darbesi’ne destek vermiştir. Siyasal İslamcı retoriğin iddialarının aksine benzer bir biçimde AKP’nin kuruluş yıllarından itibaren İsrail’le iyi anlaştığına tanıklık ediyoruz. Ayriyeten bilinen yanılgının aksine İsrail Ermeni Soykırımı’nı tanımaz ve yıllardır bu konuda Türk Devleti’nin sözcülüğünü yapmıştır.
Bahsedilen örneklere Türkiye ve İngiltere de gösterilebilir. Kemalist rejimin milliyetçi retoriği temelinde gelişen anti-emperyalizm söylemi bilindiktir. Amerika Birleşik Devletleri’nin, İtalya’nın başından beri Türkiye’den yana olduğu; Ankara Antlaşması’yla Fransızların ve İngilizlerin 1921’de topraklardan çekildiği, savaşın ortasından itibaren Batı kamuoyunun destek verdiği anti-emperyalist bir savaş. Tek bir kurşun sıkmadan Türkiye topraklarından çekilen İngilizler Türkiye’yi kolonize etmektense manda bir rejimin himayesine bırakmayı tercih etmiştir. Komünizm kavramını, sosyalist partilerin kurulumunu yasaklayan, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürten; Aziz Nesin, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi sosyalist aydınları cezaevine atan; grevlere, mitinglere kısıtlamalar getiren, yolları Fransızlara bırakan, Batılı emperyalistlerin arzusu neticesinde halifeliği ilga eden, Dil Devrimi adı altında kültür soykırımı gerçekleştiren, Lozan Antlaşması’na göre Musul-Kerkük petrollerini Batılı emperyalistlere bırakan, işçileri günde 15-16 saat çalışma koşullarına mahkûm eden Kemalist rejim Sovyetler Birliği’ne karşı İngiltere’nin tampon bölgesi olmuştur. Fikret Başkaya’nın Reel Atatürkçülük kitabındaki ifadesiyle: “Lozan Barış Antlaşmasıyla Türkiye, Osmanlı döneminin borçlarını ödemeyi kabullendi ve 1951’e kadar da ödedi. Yıkıldığı söylenen “Eski Rejimin” borçlarının “yepyeni” olduğu söylenen bir rejim tarafından üstlenilmesi, sadece bağımlılığın devam ettiğinin değil, “Eski Rejim”den gerçek anlamda bir kopuş olmadığının, “yeninin” “eskinin” devamı olduğunun da bir göstergesidir. İkincisi, söz konusu antlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin 1928 yılına kadar gümrük vergilerine dokunması engellendi. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti donanmasının boğazlara girmesi yasaklanmıştı ve bu durum 1936 yılına kadar devam etti. İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla [1947, 1948] Türkiye bir Amerikan uydusu olma yoluna girdi, Amerika’ya üsler verildi… Başkomutanı Amerikalı bir general olan bir emperyalist askerî pakt olan NATO’ya girdi, emperyalist çıkarlar için Kore’ye asker gönderdi. Şimdilerde emperyalist hakimiyetin hizmetindeki ‘uluslararası barış gücü’ denilen emperyalist misyonlarda yer almaya devam etmektedir.”
Aslında henüz savaşın başında anti-emperyalist bir savaşımın verilmeyeceği belliydi. 17 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Minber Gazetesi’ne verdiği röportajda şu ifadeleri kullanmaktadır: “İngilizlerin Osmanlı Milletinin özgürlüğüne dikkat gösterdikleri ve insanlık karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı Milletinin İngiltere’den daha çok iyiliğini isteyen bir dost olamayacağı inancıyla duygulanması pek doğaldır.” Aynı röportajın devamında İngiliz Daily Muhabiri Waard Price’a İngiliz yetkililerle görüşme arzunu ifade etmiş ve İngilizler adına çalışmak istediğini beyan etmişti: “Eğer İngilizler, Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışma gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim.”
İlginçtir ki bölge ulus devletlerinin gelişimi Batı emperyalizmiyle uzlaşının bir ürünü olarak tezahür etmiştir. Halbuki milliyetçi retorik, etno-sentrizm ulus devletlerin en çok başvurduğu silahlardır. Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de, bir bütün halinde Orta Doğu’da manda rejimler kurularak böl-parçala-yönet politikası sürdürülmüş, olan kan deryasına dönmüş coğrafyanın özneleri olan Orta Doğu halklarına olmuştur. İran rejimine karşı Saddam’ı destekleyen, Saddam’a silah desteği veren ABD aynı zamanda Irak’ı yıkarak manda Güney Kürdistan rejimini kurmuştur. Milliyetçi temelde Orta Doğu topraklarında yaşayan halklar manipüle edilirken, realitede bölge ulus devletleri emperyalizmle iş birliği yaparak öz topraklarını bir nevi peşkeş çekmiştir.
Kapitalist moderniteyle ortaya çıkan etno-sentrik devletlerin gerçek anlamda korktuğu; ötekilerin, ezilenlerin, Fanon’un ifadesiyle “yeryüzünün lanetlileri”nin birleşik mücadelesidir. Bütün kimliklerin özgürce kendi dilini, kültürünü yaşamasına, öz-savunma güçlerini geliştirmesine olanak tanıyan Kürt Özgürlük Hareketi ve bu çok kültürlü, komünal demokrasiyle işleyen yapının, demokratik konfederalizmin teorisyeni hedef alınırken; Türkiye-ABD-İsrail tarafından Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin desteklenmesi bu sebepten ötürüdür. Arzu edilen Orta Doğu’da halklarını uyutan milliyetçi retoriğe sahip, kendi topraklarını Batılı emperyalistlere peşkeş çeken rejimlerin coğrafyayı ele geçirmesidir. 30 yıl önce Kürt halkının varlığını inkar eden MHP gibi yapıların, Erdoğan’ın, Hakan Fidan’ın Güney Kürdistan’a yönelik olumsal açıklamaları bu sebepten ötürüdür. İstenilen, reel anlamda özgürlükçü, doğrudan demokrasiyle işleyen sistemin varolmasını arzulayan yapıların lağvedilmesi; yerlerine bürokratik, tekelci hâliyle ülkenin peşkeş çekildiği gerçeğini gizleyecek merkeziyetçi, etno-sentrik yapılardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti etno-sentrik Kürt Devleti’nin varlığından çok varlığı için tehlike arz edecek adem-i merkeziyetçi, demokratik, çok kültürlü, öz savunmalı, devletsiz bir topluluğun var olmasından korkmaktadır. Zira arzu edilen sermayenin dolaşımının devam etmesi, emperyalizmiyle uzlaşı içinde olacak sömürge bir rejimin kurulmasıdır. Komünal, ekolojik, kadın özgürlükçü yapı ekseninde gelişen demokratik modernite ulus devletlerin gerçek korkusu, halkları reel anlamda özgürlüğe taşıyacak mihenk taşıdır. Yakın zamanda Taliban’ın Kürdistan’ı tanıdığına, ABD’yi düşman görmediğine dair açıklaması meselenin devletin kimliğinden ziyade devlet kurumunun kendisi olduğunu göstermektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi bütün düşman gözüken etno-sentrik devletler hakikatte dosttur. Devlet kurumunun kendisi ve milliyetçi retoriğin sentezlenmesi devletin bürokratik yapısının ideolojik hegemonyasından başka anlama gelmemektedir. Bugünün insanının görevi yeni bir devlet kurarak özgürlükçü yapıların yolunu tıkamak, yeni bir otorite yaratmak değil; Kürt Özgürlük Hareketi, Zapatistalar başta olmak üzere devleti doğrudan lağvetmeyi hedefleyen; komünal, çok kültürlü, eşitlikçi yapılara destek vermektir. Kurulan her devlet yeni bir organize terör, halkların özgürlük anlayışının aleyhinde despotik bir idare, yönetim demektir. Son olarak Batı’ya öykünme yanılsamasına düşmemek gerekir. Avrupa ülkelerinin demokratikleşmesi de devletlerin verili demokratik yapısından değil halkların devletin gücünü azaltmak için verdiği mücadeleden kaynaklanmıştır; Bonopartizmle anılan, otokratik bir ulus devlet olarak kurulan Fransız Cumhuriyeti, veyahut Bismarkçı yayılımcı Alman Devleti verili olarak demokratik olmanın ötesinde anti demokratik bir yapıya sahipti. Dolayısıyla kapitalist modernitenin gelişmiş ulus devletlerine bakıp, devlet otoritesine kutsiyet atfetmektense; eşit yurttaşlık, daha az devlet daha çok toplum bilincine erişilmeli, ve bunun mücadelesini veren yapılanmalar desteklenmelidir.
Ilgar Akansel