Ana Sayfa Muhalefet Devrimci Hareket’ten seçim ve ittifak tartışmalarına ilişkin açıklama

Devrimci Hareket’ten seçim ve ittifak tartışmalarına ilişkin açıklama

0
Devrimci Hareket’ten seçim ve ittifak tartışmalarına ilişkin açıklama

etelgraf haber-

Devrimci Hareket, resmi internet sitesi üzerinden seçim ve ittifak tartışmalarına ilişkin bir açıklama yayımladı. Açıklamada, “Bu arada bu düşünceler arasında işçi sınıfının, emekçilerin sorunlarına dokunan hiçbir şey yok. Aksine burjuvazi öyle bir sıkışmış halde ki en kısa zamanda çok acı bir reçetenin geniş kitlelere sunulması, ikna edilerek rızasının alınması gerekecek. Ve iktidara kim gelecekse bu süreç ona uygulattırılacak. O noktada ‘bu gelsin’ diyemeyiz de ‘bu olmasın/uygulanmasın’ diyebilir, bu içerikteki mücadeleyi yükseltebiliriz. Tam da bu noktada tadilatın değil, değişimin ve mücadelenin hedefleri belirlenmelidir. Böyle bir mücadelenin argümanları gibi kitle tabanı da öncüleri de farklı olacaktır.” ifadeleri kullanıldı.

Açıklamanın tamamı şöyle:

“Son günlerde Macaristan, Brezilya vb. ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de siyaset sahnesinin ısınıyor olması sebebiyle özellikle muhtemel bir seçimde ne yapılabileceği, ittifaklar meselesi vb. gündemde öne çıkmış durumda. Öne çıkan görünür kanaat, Erdoğan’ın/AKP’nin (Cumhur İttifakı’nın) gitmekte olduğu ve normal şartlarda geçen bir seçimin olması durumunda hacmi/kapsamı genişleyen Millet İttifakı’nın iktidara geleceği yönündedir. 

AKP’nin yaklaşık 20 yıllık iktidarı karşısında biriken muazzam bir enerjiden bahsetmek mümkün. Ancak enerjinin büyüklüğü, sonucun mutlaka pozitif olacağı, ülkenin demokratikleşme yönünde bir süreç doğuracağı anlamına gelmiyor.

Siyasal zemin ısınmış, söz söyleyenlerin sayısı artmış olsa da değerlendirmelerin büyük oranda yüzeysel ve sığ kaldığını, çözümün zorlu kulvarı yerine pragmatizmin kolaycılığının tercih edildiğini söylemek mümkün. Bunun en büyük nedeni, solun/devrimcilerin sürece, burjuva siyaset tarzından farklı olarak ve etkili biçimde girememiş olmasıdır.

Öncelikle, dikkate alınması gereken gerçeklerden biri de AKP’nin iktidara gelişinin ve yaşanan sürecin niteliğinin yalnızca Türkiye’ye özgü bir olgu olmadığıdır. Daha önce de çeşitli biçimlerde değerlendirdiğimiz gibi egemen sınıfların artık orta sınıflara bile tahammülünün kalmadığı, azami çıkarlarının gereğini muhalif sese yer bırakmayacak şekilde hızla hayata geçiren iktidarlara ihtiyaç duyduğu bir süreçte Erdoğan, Bolsonaro, Orban gibi kadrolar tekelci sermayenin bir kesimine kadar daralmış oligarşinin tercihi oldu. Kimilerinin “sağ popülist” olarak değerlendirdiği bu iktidarlar, gerçekte tam da sınıfsal işlevleri gereği, popülist değil faşistti. 

Sermayenin bu süreçte esneklikten/kuralsızlıktan beklentileri, tüm kuralların ve işleyişlerin aynı sonuca, sermaye çıkarına bağlanmasıdır. Özünde bu, emek adına yüzlerce yıllık kazanımların sıfırlanması, buna uygun bir algı ve işleyişin yerleştirilmesidir; Danıştay kararlarını uygulamayan Demirel’in, “Anayasayı bir kez demekle bir şey olmaz” diyen Özal’ın bu duruşunun yöntemleşmesidir; sendikanın mücadele değil uzlaşma aracı olması, yasanın ihtiyaca göre, ihale yasasında olduğu gibi gerekirse yüzlerce kez değişmesidir.

Sonuçta 40 küsur yıllık neoliberal süreçte sermayenin azami çıkarlarının gözetildiği bir işleyişe ulaşılırken, “biten” bir olgu yok, zirve yapan sermaye çıkarları var; böylece yıkım derinleşmiş, kuralsızlık kural olmuş ve toplumsal muhalefet, sosyal tepki; ya çeşitli biçimlerde etkisiz kılınmış ya da yok sayılmıştır.

Böyle bir konjonktürde, halkta rıza oluşturmakta giderek güçlük çeken AKP’nin yıpranmasına bağlı olarak çeşitli arayışlar, tartışmalar gündeme gelmiş durumda. Bu konjonktürde gelişmelere doğru müdahale etmek, kolaya kaçmadan ve ucuz hesaplara düşmeden rol alabilmek, başarının koşuludur.

Öncelikle bilinmek durumundadır ki Dünyanın ve Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu süreçte, bir ay dahi uzun bir zamandır. AKP’nin tartışılır hale gelmesi, ne onun sonunun ne de sürecin pozitif sonuçlar üretmesinin garantisi değildir. Egemenlerin kendi tercihlerine bırakıldığında, kimi düzenlemeler sonucu AKP ile devam etmek de yerine muadilini geçirmek de mümkün. Hatta Millet İttifakı’nın bu şekilde, sol/demokratik değerlere bağlı halk baskısı olmadan, deyim yerindeyse sermaye karşısında “görücüye çıkarak” iktidar olması halinde sürecin emekçiler açısından daha da kötü sonuç doğurması hiç de zayıf bir olasılık değildir.

Ortada bir paradoks var. Erdoğanın/AKP’nin iktidarına son vermek, halkın önemli bir kesimi tarafından en öncelikli talep durumunda. Bu değişimin Millet İttifakı’nın gücünü/desteğini gerektirmesi, o ittifakı eleştirmeyi, karşı durmayı, barındırdığı muhtemel risklere dikkat çekmeyi güçleştiriyor. Halbuki programı, vaat ve öncelikleri, sermaye sınıfına güven vermek üzerine kurulu. Ne acı ki bu gerçeklik, toplumun belirli oranlarda bilinçli kesimlerine dahi anlatılamadığı için, günü kurtaran pragmatik ve popülist politikalar tercih ediliyor.

Burjuva siyaset tarzı ve alternatif

Burjuva muhalefet, yöneten değil yönetilen bir halk istediği için, kitlelerle beraber değil kitleler adına hareket eder. Bu, siyaseti uzmanların işi olarak gören anlayışın/işleyişin sonucudur. Bu anlayışta halk etken değil edilgendir. Seçim dışında kalan 4 yıllık süreçte örgütlenmesin, mücadele edip kaderini eline almasın diye, pasifize etmek dahil pek çok yönteme başvurulur. Bunun karşısında emekçiler, devrimci demokratik yapılanmalar, işyerlerinden sokaklara, yaşam alanlarına kadar geniş bir zeminde haklılıktan ve üretimden aldığı güçle örgütlendiği ve harekete geçtiği oranda düzeni değiştirme yönünde de yol alır, sandığın ve seçimin sonuçları üzerinde de etkili olur, başarıyı güvenceye alır.

Devrimcilerin burjuva muhalefet partilerinden farkı, grevler dahil sınıfın eylemlerini, halkın beklenti ve hareketini ertelemek/engellemek değil örgütlemek, hızlandırmak ve geliştirmektir. Bu da sandığı tek çözüm, tek siyasallaşma zemini olarak gören, bu türden bir önkabulden hareket eden anlayışlara karşı durmayı ve bugünden yapılacak her direnişin, her grevin, eylem vb.nin gerekliliğine işaret etmeyi gerektiriyor. Böyle bir mücadele ufku ve mücadelede süreklilik, özgüveni artırır ve ülkenin gidişatında bugünden değişimi başlatırken, bir seçim durumunda burjuva muhalefetin sermaye adına yürüteceği restorasyon programına karşı durma, engelleme şansı da verir.

Alternatif ittifaklar ve birlik adımlarına gelince; bu tür oluşumlar/adımlar net ve ilkeli olmalıdır. Tabandan kurulacak halk ittifakları, bu alanda sağlıklı gelişmelerin güvencesi olacak; günü kurtaran pragmatik hesaplarla stratejik ufuklu, gerçekçi ve uygulanabilir adımları birbirinden ayıracaktır.

Son günlerde artan biçimde üçüncü ittifak üzerine yapılan haberler, iddia ve spekülasyonlar, bir yanıyla önemsendiğini gösterirken diğer yanıyla “restorasyon” ufuklu muhalefet karşısında ilkeli ve uygulanabilir, geniş katılımlı halk muhalefetinin geliştirilmesinin önemini ortaya çıkarıyor. 

Ne yapmalı/yapmamalı?

Bu süreçte söylenmesi, tartışılması gereken çok şey var. Hatta ne yapılması gerektiği kadar ne yapılmaması gerektiğinin konuşulması, kararlaştırılması gerekiyor. Örneğin, Dün AKP’yi özel yetkili parti olarak iktidara taşıyan ve her türlü desteği veren, sonuçta da yaklaşık 20 yıl boyunca kendileri adına iktidar olmasını sağlayan güçler, bugün halk desteğinin zayıfladığı veya rıza oluşturmakta güçlük çektiği bu koşullarda çıkarlarının devamı için AKP’nin muhalifi konumundaki düzen içi güçleri destekleyecekler midir? Eğer öyle ise bu kez benzer programların Millet İttifakı tarafından uygulanacağının garantisi nedir? Buna bağlı olarak ne yapmak gerektiği kadar, ne yapmamak gerektiği de tayin edicidir.

Eğer süreç böyle okunuyorsa ve örneğin 1980’den 2000’e kadar tüm hükümetler arasında sınıfsal bir devamlılıktan söz ediliyorsa bugün ne yapmamalıdır?

Eğer Millet İttifakı ile çözüm gelmeyeceği düşünülüyor ve bunun yerine alternatif adımların atılması gerekiyorsa bu konuda ne yapılmamalıdır? 

Bir süredir devam eden “üçüncü ittifak, siyasette devrimci seçenek” tartışmaları, tanımlamadan içeriğe kadar olması gereken bir içerikte midir? 

Bu sorulara, “CHP’nin/Kılıçdaroğlu’nun yarın öbürgün başkan olacakmış gibi dilde ve duruşta el yükseltmiş olması nasıl okunmalıdır? Helalleşme nedir? Ne için, kimlerle, ne adına helalleşme?” gibi sorular da eklenebilir. Bunların her biri bir yazı, bir değerlendirme konusudur. Bu bağlamda konunun dağılmaması açısından ve daha öncelikli gördüğümüz için biz bu yazıda öncelikle üçüncü ittifak tartışmaları üzerinde duracağız.

Üçüncü İttifak nedir?

Üçüncü ittifak, sol seçenek vb. olarak ifade edilen duruş ve çalışmalarda birbirini kesen, uyuşmayan boyutların yanında bir acelecilik, belirsizlik ve kafa karışıklığı var. Ve belki çok daha önemlisi, öznellik öne çıktığı oranda aynı saflarda olması gerekenler arasında mesafe arttırıcı polemik ve gerilimler yaşanıyor. 

Öncelikle bilinmek durumundadır ki iktidardaki mevcut tehdit, sınıfsal farkları yok saymaya sebep olacak türden bir “anomali” değildir. Evet yaklaşık 20 yıldır bu ülkenin emekçi halkları, ezilenler anormal bir süreçle muhataplar. Ancak aynı tanımı sermaye çevreleri ve çıkar örtüşmesi içinde olanlar için söyleyemeyiz. Diğer bir ifadeyle normallik ölçüsü de sınıfsaldır. Çözüm aranırken bu fark; dosta yaklaşımda da sınıf karşıtlarına yönelik duruşta da unutulmamalıdır.

“Üçüncü ittifak” adına söylenenlere ve atılan adımlara baktığımızda ittifaktan çok bir “sol içi birlik” çabası görüyoruz. Bu, bir kavram tartışmasından çok, bir konumlanma hatası veya hedef kitle tanımında daralma bağlamında önemlidir. Bilinir ki ittifaklar, farklı sınıf temsilcileri arasında yapılır, burada adı geçenler sol/sosyalist yapılardır ki buna ittifak demek uygun düşmüyor. Kendi dışında iki ittifak (Cumhur ve Millet İttifakı) tanımlayıp bunların dışında kalanları hedef kitle olarak görmek, gerçekte bir halk tanımında büyük çoğunluğu yer alacak olan CHP dahil diğer parti tabanlarını kapsam dışı görmek anlamına gelir. Sonuçta niyet bu olmasa dahi, mevcut çağrı ve kümelenme eğilimi bu riski taşıyor. 

Açık söylemek, dostça konuşmak gerekirse arayış sola kadar daralmış olmasına rağmen, en yakınlar arasında bile farklar üzerinden yapılan tanımlar ve gerilimler söz konusu. Herkes ortaklaşmadan söz ediyor ama farklara rağmen mevcudun büyük çoğunluğunun içinde olacağı bir tanım ne yazık ki ortaya konulabilmiş, böyle bir zemin yaratılabilmiş değildir. 

Söz ile eylem, imkan ile hedef arasında ciddi bir açı söz konusu. Örneğin “Milyonların üçüncü ittifak beklentisi var” deniliyor. Bu milyonlar emekçiler, ezilenler, sömürülenler ise; diğer iki ittifak içindeki halklar bu kapsama girmiyor mu? Bugünden başlatılan ve giderek o tabanı da kapsayacak fiili bir çalışma neden tercih edilmiyor; seçimin 2023’te olma ihtimali hiç de zayıf değilken neden “tüm yumurtalar” seçim sepetine dolduruluyor? 

Ana muhalefet rolünü devralmaktan” bahsediliyor. Millet İttifakı’nın iktidara gelmesi üzerine bina edilmiş bu hedefte bir hesap hatası yok mu?

Seçimler önemli, sonrası daha da önemli” deniliyor. Millet İttifakı seçimi kazanmış olsa da mevcut sömürü ve üretim ilişkilerinin değişmeyecek olması bu tanımı doğru ve önemli kılıyor. Ancak bugün çalışmaların bütünüyle oy üzerine bina edilmesi halinde bu tanımlamanın fiili bir karşılığı olmayacaktır. 

Seçime öylesine büyük anlamlar atfeden konuşmalara tanık oluyoruz ki bazen bunun nasıl bir sınıfsal bakış veya düzen tanımı dahilinde yapıldığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Örneğin “Yurttaşların tamamına ücretsiz sağlık hizmetinin verileceği, özel eğitim kurumlarının devletleştirilmesi, tarikatların dağıtılmasını, özelleştirilmiş tüm kurumların kamulaştırılmasını içeren bir sol politikanın halkın acil sorunlarına yanıt verebileceğini düşünüyoruz. Ana mesele cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidarın yenilgiye uğratılması. Bundan sonra barajlar sıfırlansın ve Türkiye’nin yeni dönemini örgütleyecek herkesin kendi gücüyle her toplum kesiminin önündeki tüm engeller kaldırılarak gerçekten demokratik bir seçim yapılsın herkes kendi özgücüyle parlamentoda yerini alsın ve böyle bir yeni süreçte Türkiye’nin yeniden şekillenmesine yönelik adımlar böyle atılsın.

Bu değerlendirme için söylenecek çok şey, sorulacak çok soru var. Ama biz, barajı kim sıfırlayacak, barajın sıfırlanması bir demokratik devrimin programında yer alması gereken sorunların çözümü için yeterli mi? gibi soruları sormakla yetinelim… 

Gelelim çokça telaffuz edilen “kuruculuk” meselesine. Bu, Millet İttifakı’nın iktidara gelmesi halinde sistemin restore edileceği öngörüsüne dayanıyor. Bunun kapsamını büyütüp abartanlar var. Daha da önemlisi, “tadilat yetmez yeniden kurmalı” gibi ifadeler kullanılıyor. Sanki sermayenin kendi ihtiyaçları çerçevesindeki tadilat iyi bir şeymiş gibi “yetmez ama evet” denilmiş oluyor. Halbuki sermayenin tadilat ihtiyacına biz “tadilat evet ama yetmez” diyemeyiz.Kaldı ki kuruculuk ve restorasyon tartışmalarının içerdiği perspektif sorunu bunlardan ibaret değil. Örneğin, Millet İttifakı’nın iktidarında AKP’nin 20 yıllık tahribatına bağlı bir restorasyon beklemek büyük bir yanılgı olur; bu ittifaka, sınıfsal anlamda temsil etmediği değerler, hedefler atfedilmiş olur. Evet Türkiye’de demokratik bir iktidarın geri alması, silmesi ve yeniden yazması gereken pek çok konu/mesele var; ama demokratik bir iktidarın… Sermaye adına görev üstlenmeye hazır bir ittifakın değil…

Bu arada bu düşünceler arasında işçi sınıfının, emekçilerin sorunlarına dokunan hiçbir şey yok. Aksine burjuvazi öyle bir sıkışmış halde ki en kısa zamanda çok acı bir reçetenin geniş kitlelere sunulması, ikna edilerek rızasının alınması gerekecek. Ve iktidara kim gelecekse bu süreç ona uygulattırılacak. O noktada “bu gelsin” diyemeyiz de “bu olmasın/uygulanmasın” diyebilir, bu içerikteki mücadeleyi yükseltebiliriz. 

Tam da bu noktada tadilatın değil, değişimin ve mücadelenin hedefleri belirlenmelidir. Böyle bir mücadelenin argümanları gibi kitle tabanı da öncüleri de farklı olacaktır.

Seçim erken mi olur zamanında mı bilemeyiz ama öyle görünüyor ki herkese “bu bloku destekleyin” denilecek. “Yetmez ama evet” tartışmalarında olduğu gibi süreç ona doğru gidiyor. Söz konusu blok, sanki kurtarıcıymış gibi görülerek sınıfsal kimliğine bakılmaksızın açıktan yedeklenme öneriliyor.

Bu nedenle hemen bugünden karşı durmak, en azından eleştirel bir yaklaşım geliştirmek, farklı bir kanal açmak, ihtiyaç haline gelmiş olan değer ve değişimleri güçlü bir ses ve duruş eşliğinde gündemleştirip bir toplumsal basınç oluşturmak gerekiyor.

Bu tartışmalar yaşanırken, mevcut iktidarın uygulamaları devam ediyor. Ve ne yazık ki mücadele, “seçim çalışması, seçim aritmetiği” dar bağlamı içine alınınca bugünün acil görevleri ıskalanmış oluyor. Daha da önemlisi pragmatizm yöntemsizliği koşullarken, yöntemsizlik programatik ufku akamete uğratıyor.

Yöntemsizlik, pragmatizm ve programatik sorunlar

Yazının yayına hazırlandığı süreçte sosyal medyada, aralarında dostluğu/yoldaşlığı büyütmesi gerekenlerin linç ortamına çekilmiş olması, bizi üzdü/düşündürdü. Konumuz ne HDP ne de TKP, bu konuda ideolojik-politik olarak fark adına çokça şey yazabiliriz. Ancak madem gündemde birlik, ittifak öne çıkmış durumda o halde sözü buradan kurmalı, önce bu konudaki engelleri, pürüzleri, olmaması gerekenleri konuşmalı.

Bilinir ki limç, en geri kültürü/reaksiyonları tetikler, konu bağlamından kopar ve eşitsiz bir güç ortaya çıkar. Lincin, solun/sosyalistlerin neden yöntemi olamayacağı ise değerlerimizin ABC’sinin konusudur. 

Amaca yabancılaşma, bizler açısından yabancılaşmanın en zararlı yanlarından biridir. Burada İttifakın, “aynılar” değil “farklılar” arasında (farklı sınıfların temsilcileri arasında) gerçekleşen bir ortaklaşma olduğunu anımsatmaya gerek var mı bilemiyoruz. Ancak bırakalım seçim ittifaklarını, bugün artık hayatın her kesitinde başarının/kazanımın birleşik mücadeleyi zorunlu kıldığı bir konjonktürde evet öneri getirirken üslubumuza da dikkat etmek durumundayız. 

Eğer amacımız günü kurtarmak, medyada beğeni-RT almak vb. değilse “içsel” nitelikteki her sorunun, büyütülmeden kendi içinde çözümü mümkündür. 

Bunu biz söylemiyoruz, ortak değerlerimizin sözcüleri söylüyor; emperyalizm çağında gericileşen, demokratik hiçbir yanı kalmayan burjuvazinin ufkundan, zemininden ve yöntemlerinden çıkıp, alternatif nitelikleriyle bilinen sınıf karşıtlarının yöntemlerini ölçü almalıyız. Buna göre sınıf siyaseti, birleştirici ve kapsayıcıdır; ortak mücadele bağlamında kimliği de kapsar. Kimlik siyaseti ise ayrıştırıcıdır; bu, sorunlarının yok sayılmasını değil, çözüm zeminini doğru yerde aramayı, dost-düşman dizilimini doğru yapmayı gerektirir.

Kimlerle ittifak yapılabileceği, keyfi, kişisel veya psikolojik ölçülerle değil, kimin dost kimin düşman olduğuna bağlı olarak tayin edilir. Bunun dışında, öznelleşmiş nedenlerle veya yapıların sahip olduğu kimi eksikler gerekçe gösterilerek mesafe koymak, yöntemsel kavrayışta bir soruna veya devrim bilincindeki eksikliğe işarettir.

İttifaklar, aynı zamanda, yoldaşlığın geniş zeminde farklı bağlamlar içinde yaşanması deneyimidir; farklılıklara tahammülü geliştirmenin yanında, gelecekte daha kapsamlı ve daha karmaşık biçimde gündeme gelecek ortaklaşmalara hazırlık zeminidir; değerlerin somutlanması ve sorumluluk bilincinin gelişmesi bağlamında da işlev görür. Bu bilinçle, Lenin’in dediği gibi “Devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamak zorundayız.” Aksi takdirde günü kurtardığımızı sandığımız yerde geleceği kaybederiz.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here