Ana Sayfa Ekoloji [ Dünya Sulak Alanlar Günü Kutlu Olsun!] Suda Suretimiz Çıkıyor…- Prof. Dr. Vedat ÇALIŞKAN

[ Dünya Sulak Alanlar Günü Kutlu Olsun!] Suda Suretimiz Çıkıyor…- Prof. Dr. Vedat ÇALIŞKAN

0
[ Dünya Sulak Alanlar Günü Kutlu Olsun!] Suda Suretimiz Çıkıyor…- Prof. Dr. Vedat ÇALIŞKAN
VLUU L110, M110 / Samsung L110, M110

Başlığı Anadolulu Dünya Ozanı Nazım Hikmet’in “Masalların Masalı” şiirinin içinden ödünç aldım. Bu harikulade şiiri sanırım bilmeyen yoktur. Gerçekten de bir ülkenin, toplumun uygarlıkla bağları en iyi şekilde sulara yansımaktadır. Su ile olan ilişki ve etkileşimimiz, adeta uygarlığın yönünü ve sapma derecesini de ele veren bir turnusoldür. Su kaynaklarınızı bilim ve akılla koruyabiliyorsanız, sadece yaşadığınız dönemi değil gelecek kuşakları ve kuşaklararası adaleti de düşünüyorsanız, berrak sularda huzur veren suretleri de görebilirsiniz. Fakat günümüzde su kaynaklarının hızla azalması, sudaki suretleri de birçok yerde bulanıklaştırdı. Bazı yerlerde ise “önce su gitti” ve suda suretler görünmez oldu. En güzel armağan olan yaşam konusunda sorumlu tavrımız ya da diğer bir deyişle tercihlerimiz aslında yaşadığımız çevrelerde suya yansıyor. Elbette, siyasi tercihlerimiz de buna dahil.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Vedat Çalışkan

Evrenin küçük bir noktası üzerinde, yeni araştırmaların sonuçlarına göre bir uçtan bir uca 200 bin ışık yılı çapındaki Samanyolu Galaksisi içinde büyük bir ayrıcalık yaşıyoruz. Çünkü bilebildiğimiz kadarıyla yaşamın olduğu tek gezegen, Samanyolu içindeki Güneş Sistemi’nde Dünya adını verdiğimiz Mavi Küre’de. Burada filizlenen ve gelişen yaşam ise varlığını suya borçlu. Su ve onu sağlayan kaynaklar bu nedenle çok önemli.  Bu tür kaynaklar arasında önemli rolleri olan sulak alanlar da insan ve diğer birçok canlının yaşam çabasını tarih boyunca desteklemiş çok özel ekosistemlerdir. Yeryüzünde biyolojik ve kültürel zenginliğin gelişmesinde sulak alanların önemli rolleri olmuştur. Sulak alanlar bulundukları bölgelerde yaşayan insanlara su, gıda, barınak ve kullanım eşyaları için malzeme sağlayarak yaşamsal açıdan çok önemli hizmetler sunmuş; aynı zamanda tarım, hayvancılık, balıkçılık, avcılık vb etkinlikleri için de verimli ortamlar oluşturmuştur. Nitekim tarihte ilk yerleşimlerin deltalar, taşkın ovaları, göl ve akarsu kıyıları gibi sulak alanlar çevresinde gelişme göstermesi tesadüf değildir. Anadolu’da tarih çağları boyunca ortaya çıkan yerleşimlerin pek çoğunun da sulak alanlarla ilişkili olarak yer seçimi yaptıkları açıkça bilinmektedir. Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları da sulama olanaklarıyla büyük uygarlıklarını kurmuşlardı. Mısır uygarlığı, her yıl Nil Nehri’nin taşkınlarıyla yenilenen topraklarda sürdürülen tarımla var olabilmiştir. Söz edilen taşkınların önceden kestirilebilmesi konusunda sürdürülen gözlemler, incelemeler bu önemli uygarlıkların matematikte ve astronomide gelişmelerinin anahtarını da sağlamıştır.

Dünya ekosisteminin ve uygarlığının temel taşlarından biri sulak alanlardır. Bugün, 2 Şubat 1971’de imzalanan RAMSAR Sözleşmesi’nin yıldönümü ve Dünya Sulak Alanlar Günüdür. Sulak alanların korunmasının önemine tüm dünyanın dikkatini çekmek üzere 1997 yılından bu yana “Dünya Sulak Alanlar Günü” olarak kutlanmaktadır. Adını İran’ın Ramsar şehrindeki toplantıdan alan bu sözleşme, “Özellikle su kuşları yaşama ortamı olarak uluslararası öneme sahip sulak alanlar hakkında uluslararası sözleşme” başlığını taşımaktadır. Bu sözleşme ile uluslararası öneme sahip sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımının sağlanmasını hedeflenmiştir. Peki bu “sulak alanlar” nedir? Sulak alan terimi, esasen geniş bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapan; karasal, kıyısal ve denizsel yaşam ortamlarını buluşturan, özel ve hassas ekosistemlerdir. Ramsar Sözleşmesine göre sulak alanlar; “doğal veya yapay, devamlı veya geçici, sürekli veya mevsimsel, suları durgun veya akıntılı, tatlı, acı veya tuzlu, denizlerin gel-git hareketlerinin çekilme devresinde 6 metreyi geçmeyen derinlikleri kapsayan; başta su kuşları olmak üzere canlıların yaşama ortamı olarak önem taşıyan bütün sular, bataklık, sazlık ve turbiyerler ile bu alanların kıyı kenar çizgisinden itibaren kara tarafına doğru ekolojik açıdan su altında kalan yerler” olarak tanımlanır.

Sulak alanlar Niçin Önemlidir?

Ev sahipliği yaptığı biyolojik çeşitlilik nedeniyle dünyanın doğal zenginlik müzeleri olarak kabul edilen sulak alanlar, doğal işlevleri ve ekonomik değerleriyle yeryüzünün önemli ve bir o kadar da hassas ekosistemleri arasında yer alır. Ekosistemler ne kadar basitleşirse o kadar hassaslaşır ve zararlı istilasına açık hale gelirler. Bu nedenle sulak alanlar gibi özel ekolojik çevreler sürdürülebilir ilkelerle dikkatli bir şekilde korunmalıdır. Sulak alanlar, ekolojik önemlerinin yanı sıra çevreleri için de önemli bir yararlanma alanı oluştururlar. Tropikal ormanlarla birlikte en fazla biyolojik üretim yapan ekosistemlerdir. Sulak alanlar, dünya yüzeyinin yaklaşık % 6’sını kaplar. Bununla birlikte Dünyadaki tüm canlı türlerinin %40’ını ve tüm hayvan türlerinin % 12’sini barındırırlar. 

İçinde bulunduğumuz dönemde küresel ısınma ve iklim değişikliği, insanoğlunun şimdiye dek karşı karşıya olduğu kritik sorunlar arasındadır. Buna bağlı olarak gıda ve su krizi de dünyanın kapısına dayanmıştır. Oysa sulak alanlar, iklim değişikliği ve etkileriyle mücadelenin en önemli “doğal çözüm” araçlarından biridir. Aslında sulak alanlar, doğal ve beşeri yaşamın varoluşunu destekleyen, coğrafi harikalardır. Nitekim, fırtına, sel, taşkın ve kuraklığa karşı engel ve tampon bölgeler oluşturarak doğal felaketlerin etkilerini azaltan sulak alanlar, yer altı sularını besleyerek rezerv oluşturmaya da katkıda bulunur. Sel ve taşkın sularını doğal taşkın yataklarında tutarak, bir rezervuar görevi görerek; taşkın sularını depolar ve yıkıcı etkileri en aza indirir. Nitekim kurutulan Amik gölünün (Hatay) aynasına yapılan Hatay havaalanı, hizmete girdiğinden bu yana defalarca kez 2 metre kadar su altında kalmıştır’. Sulak alanlar, birçok kimyasal kirleticinin etkisini azaltarak su kalitesinin sağlanmasına da yardımcı olur. Sulak alanlar, bu tür çevrelerde yaşayan balıklar ve çeşitli su canlıları açısından da önem taşırlar. Çevrelerindeki geniş çayır örtüleri hayvancılık faaliyetlerini destekler. Göçmen kuşların konaklama, beslenme ve üreme alanları olarak da çok önemli işlevlere sahiptirler. Bilimsel araştırmalar, rekreasyon ve turizm faaliyetleri için de kaynak oluştururlar. 

20. yüzyılda dünya sulak alanlarının yaklaşık yarısı yok olmuştur. En başlarda sadece sıtma hastalığını önlemek amacıyla başlatılan kurutma çalışmaları, gelişen teknolojik olanaklarla birlikte tarımsal, endüstriyel veya kentsel büyümeye alanlar oluşturmak için sazlıkların yanı sıra taşkın ovalarını ve gölleri de kapsayarak devam etmiştir. Oysa geçmişte sonuçları düşünülmeden gerçekleştirilen bu uygulamalar etkileri günümüze dek uzanan hasarlar dizisine yol açmıştır. Kuşkusuz sulak alan kaybı ve hasarlar geçmişte dünyanın her yerinde karşılaşılabilen bir sorundu. Fakat bu sorunlar günümüzde en çok, ekonomisi kırılgan ve çevre korumacılığın zayıf olduğu ülkelerde artarak sürmektedir.  Gelişmiş ülkeler, bilimin ışığında sulak alanlardan koruma-kullanma dengesi içinde yararlanmanın yollarını arayıp bulmuşlardır. Sulak alanların önemi gelişmiş ülkeler tarafından uzun zaman önce fark edilmiş ve çeşitli koruma statüleri ile koruma altına alınmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin cephesinde ise durum biraz daha farklıdır. Günümüzde bu ülkelerde doğal çevreler politikalar eşliğinde şirketlerce adeta yağmalanmakta; göller, dağlar, ormanlar adeta davet edilen çok uluslu şirketlere ikram edilmektedir. İşsizlik ve ekonomik sorunlarla baş etmekte zorlanan hükümetler, “planlama ve çevre korumacılığı” sanki ekonomik büyümeye engel olan girişimler olarak sunmaktadır. Artan nüfusun ve çeşitlenen ihtiyaçların baskısı da sulak alanlardan aşırı miktarda su alınmasına, su döngüsünü besleyen akarsuların barajlarda tutulmasına, yer altı sularının aşırı kullanımına, su kaynaklarının kirlenmesine yol açarak sulak alan kayıplarını artırmaktadır.

Türkiye’de Sulak Alanların Durumu 

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ile geliştirilen ikili ilişkiler çerçevesinde Truman Doktrini’nin önemli bir yeri olmuştur. Bu kapsamda 1947’de uygulamaya sokulan askeri ve ekonomik yardım programı olan “Marshall Planı”nın olumsuz sonuçlarından biri de ülkemizdeki sulak alanların kurutularak tarım alanı haline getirilmesi çalışmalarında ortaya çıktı. Örneğin, Amik ovasında 1950’lerde ABD’li mühendislik firmalarının hazırladığı planlarla başlatılan çalışmalar umulduğu gibi gitmemiş; devasa yeni projeler ve devasa maliyetlerle gölün kurutulması 1972’ye kadar sürdürülmüştür. Böylece, taşkın dönemlerinde 520 km² ye ulaşan yüzölçümü ile Türkiye’nin en büyük göllerinden birini kaybetmiş olduk. 1953 yılında kurulan DSİ’nin ilk baştaki görevlerinden birisi de sulak alanların kurutulması işleri olmuştu. 1950’lerden günümüze kadar süren bu uygulamalar neticesinde 23 Beyşehir Gölü büyüklüğünde 1,3 milyon hektar sulak alan habitatı geri dönüşü olmayacak biçimde kaybedilmiştir. Bu süreçte Gavur, Emen, Suğla, Kestel, Simav, Efteni ve Ladik gölleri ile Aynaz, Karasaz, Regma ve Yarma bataklıkları da kurutuldu. Kurutma çalışmalarını yapıldığı yörelerde su rejiminde meydana gelen bozulmalar, tarımda verim kaybının yanı sıra, birçok canlı türünün neslinin tehlikeye düşmesi veya tamamen yok olması gibi telafisi mümkün olmayan sorunlar meydana geldi. Böylece fırtınadan koruma, sel ve taşkınların etkilerini yumuşatma, yer altı suyunu dengeleme, kıyı erozyonunu kontrol etme, suyu fazla besin ve tortullardan arındırma gibi doğal hizmetlerden de yoksun kalınmıştır. Sulak alanların yok edilmesiyle balıkçılık, sazcılık ve hayvancılıkla geçimini sürdüren insanların geçim kaynakları ortadan kalkmış; kuşların ve yaşamı bu alanlara bağlı birçok canlının yaşam ortamları böylece yok edilmiştir.

Bugün ülkemizde nadir jeomorfolojik nadir miraslar arasında yer alan lagün gölleriyle birlikte 1 milyon hektarı aşkın 250 kadar sulak alan bulunmaktadır. Ülkemizin ev sahipliği yaptığı sulak alanlar farklı koruma statüleri ve kanunlarla koruma altındadır. Bu koruma statülerinin bir kısmı ulusal mevzuata göre, bir kısmı da uluslararası sözleşmelere dayanarak oluşturulmuştur. Örneğin ülkemizde RAMSAR alanlarının sayısı 14 iken, 59 sulak alan da ulusal öneme sahiptir. Ayrıca sayıları 19’a ulaşan Özel Çevre Koruma Bölgeleri içinde Tuz Gölü, Salda Gölü, Göksu Deltası, Uzungöl gibi sulak alanlar; sayıları 2022 yılı itibariyle 48’e ulaşan Milli Parklar içinde Abant, Kovada, Gala, Yedigöller, Beyşehir vb göller ve Yumurtalık lagünü de yer almaktadır. Türkiye sulak alanlar bakımından Rusya hariç, Avrupa ve Ortadoğu’nun en zengin sulak alan varlığına sahiptir. Ülkemizdeki sulak alanların uluslararası düzeyde önem taşımasının bir başka nedeni ise Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasındaki kuş göçlerinin merkezinde olmasından kaynaklanmaktadır. 

SONUÇ

İklim, gıda ve su krizi yaşadığımız gezegenin kapısına dayanmış en önemli sorunlardır. Dünyadaki mevcut suların sadece % 2.5’i tatlı sudur. Bunun büyük kısmı buzullar ve yeraltı suları bünyesindedir. Göller ve sulak alanlar ise tatlı su varlığının çok küçük kısmını oluştursa da bu döngüde kritik rolleri bulunur. Birleşmiş Milletler Dünya Su konseyi (UNCWW), 2050 yılında dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşayacağı 66 ülkede şiddetli su sıkıntısının görüleceğini belirterek, küresel su krizinin işaretlerini vermektedir. Türkiye su zengini bir ülke değildir ve su kaynaklarını çok dikkatli şekilde korunması gereken bir ülkedir. Su varlığına göre ülkeler sınıflandırıldığında; yılda kişi başına düşen ortalama kullanılabilir su miktarı 1.000 m³’ten az olan ülkeler “su fakiri”, 2.000 m³ ‘ten az olan ülkeler “su azlığı çeken”, 8.000 – 10.000 m³’ten fazla olan ülkeler ise “su zengini” olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de kullanılabilir toplam su miktarı 112 milyar m³’tür. Bunu 2022 yılı nüfusuna böldüğümüzde kişi başına kullanılabilir tatlı su miktarının 1323 m³ olduğu ve su zengini bir ülke olmadığımız anlaşılır. Su kaynaklarımızı koruduğumuz ve koşulların değişmediği varsayılsa bile 2030 yılında 100 milyonluk nüfusla kişi başına 1120 m³ ile Türkiye su fakiri bir ülke olma sınırına çok yaklaşacaktır. Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin bu projeksiyon eşiklerini hızla aşağıya çekebileceği riskini de göz önünde bulundurmak kaçınılmazdır.

İnsanoğlunun ekosistemle ilişkilerinde iki etken, onları diğer canlılardan ayırmaktadır. Öncelikle, varlığının bağlı bulunduğu ekosistemleri tehlikeye atma, dahası yok etme gücüne sahip tek canlı türü insandır. İnsanoğlunun yeni teknolojileriyle karmaşık üretim işlemlerini gerçekleştirmesi sonucunda çevreyi denetim altına alma ve değiştirme gücü fevkalade artmıştır. Oysa bu süreç, insanoğlunun artan gereksinimleri karşılamak için her geçen gün daha karmaşık ve çevreye zararlı uygulamaları da beraberinde getirmektedir. Özellikle tarım ve turizm çevrelerinde kalkınma kavramı çerçevesinde yürütülen, sürdürülebilir nitelik taşımayan ekonomik faaliyetler ekolojinin ve yenilenemeyen kaynakların tüketimi pahasına olmaktadır. Bu kadar yüksek önem derecesine ve yararına rağmen sulak alanların tahrip edilmesi de beşeri ve ekonomik yaşamın rasyonel olmayan ve akıldışı kurgusundan kaynaklanmaktadır. Neoliberal eksenli küreselleşme, çevre ve yaşam için giderek bir tehdit haline gelirken, gezegeni de yok oluşa sürüklemektedir. Bilimden, toplumsal sorumluluktan ve merhametten kopmuş; sadece kazançların motive ettiği şirket ya da siyasetlere karşı mücadele etmek yaşamdan yana olan her aklın sorumluluğudur. Giderek denetlenemez hale gelen devasa şirketlerin ölümcül kar ve kazanç rekabetleri, ekonomik ve ekolojik krizler sarmalı içinde dünyayı yok oluşa sürüklemektedir. Üretim, ticaret, tüketim olgularının çevre ile ilişkilerinin katı kurallarla düzenlendiği; hesap sorabilirliğe ve hesap verebilirliğe dayalı, doğal varlıkların mülkiyetinin yasalarla tanınacağı yeni bir dünya düzenine ihtiyacımız vardır. Doğannın mülkiyeti tartışması meselenin odağına alınmalıdır. Sahipsiz kalan doğanın, çok uluslu şirketlerin hegemonyasında kurgulanan müesses nizam tarafından vahşice yağmalandığını gösteren sayısız kanıt mevcuttur. Esasen ekonomik gelişme ve büyüme diye toplumlara sunulan şey, doğal ve beşeri çevre arasında uyum ve dengenin yok edilmesi pahasına gerçekleştiği gerçeğini gizlemektedir. Çoğu zaman bir gezegende yaşadığımız ve küresel ağlarla örülü bir dünyada saldırgan neoliberal politikalarla herkesin dalının kesildiğini fark edemiyoruz. Artık dünya her yönüyle küreselleşmiştir; çevre için adalet mücadelesinde küresel bütünleşme yolları daha güçlü bir şekilde aranmalıdır. 

Sulak alan zenginliğimiz bizlere Anadolu coğrafyasının armağanıdır. Nice muazzam coğrafi olaylar neticesinde bu armağanlar ortaya çıkmıştır. Onlara sahip çıkmak, bilimden, akıldan ve yaşamdan yana olmanın bir sorumluluğudur. Yakın tarihlere kadar ülkemizde yurttaşların çevre bilincine sahip olmayışından yakınılırdı. Ancak Türkiye’de görüyoruz ki yurttaşlar yaşadıkları çevreye, coğrafyaya, ormana, suya sahip çıkmakta ve çevre mücadelesi ülke genelinde yükselmektedir. Çevreyi bir bütün olarak görmek giderek önem kazanmaktadır. Karasal, sucul ekosistemler; dağ, orman, göl, nehir ekosistemleri birbiriyle bağlantılıdır. Örneğin yeni bir gelişme olarak, geçtiğimiz günlerde Milli Park Statüsünü kaybeden Uludağ’ı ele alalım. Buradan kaynaklanan ve Marmara Denizine ulaşan sular, buzul gölleri, endemik bitkileri ve hayvanları ve daha nice ekolojik özelliği ile karmaşık bir süreç ve döngünün bir parçasıdır. Akılcı çevre politikaları oluşturmak için bilime ve bilim insanlarına kulak vermek gerekir. İyi yapılandırılmış bir çevre politikası halkın sağlığı, refahı ve geleceği için de en iyi politikadır. Çevre koruma politikaları hükümetlerin, şirketlerin belirleyiciliğine ve merhametine bırakılamayacak kadar kritik önemlidir. Her fırsatta şirketlerin, kurumların, siyasi partilerin ekoloji ve çevre politikalarını sorgulamalı; yeşil bir dünya ve gelecek için arayışlarımızı geliştirmek zorundayız. Paul Hawken’in The Ecology of Commerce (Ticaretin Ekolojisi) adlı kitabında ifade ettiği gibi: “Bir ekonomik faaliyetin nihai amacı basitçe, sadece para kazanmak değildir ya da olmamalıdır; sadece bir şeyler üretme ve satma sistemi de değildir. Ekonomik faaliyetlerin amacı, sunduğu hizmetle, yaratıcı bir icatla ve ahlaki felsefeyle insanlığın genel esenliğini arttırmaktır. Para kazanmak, tek başına, tamamen anlamsız, içinde yaşadığımız karmaşık ve çürüyen dünya için yetersiz bir uğraştır. Biz, sanayi uygarlığında rahatsız edici ve uğursuz bir dönüm noktasına ulaştık.…Bu kritik kayıplar dünya nüfusu yılda 90 milyon kişi oranında artarken gerçekleşiyor. İş oldukça basit, uygulamalarımız yeryüzündeki yaşamı mahvediyor. Mevcut kurumsal uygulamalar göz önüne alındığında, bir yaban hayatı rezervi, vahşi yaşam veya yerel bir kültürün küresel pazar ekonomisinde hayatta kalması söz konusu değildir. Gezegendeki her doğal sistemin parçalandığını biliyoruz. Toprak, su, hava ve deniz fonksiyonel olarak yaşam destek sistemlerinden atık depolarına dönüştürülmüştür. Bu iş düzeninin dünyayı yok ettiğini söylemekten başka kibar bir yol yoktur.”

Anadolu’nun toprağına, ağacına, suyuna tutkun, büyük ozan Nazım Hikmet’in “Masalların Masalı” şiiri nasıl devam ediyordu? 

Su başında durmuşuz.

Önce kedi gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra ben gideceğim,

kaybolacak suda suretim.

Sonra çınar gidecek,

kaybolacak suda sureti.

Sonra su gidecek

güneş kalacak;

sonra o da gidecek…

Peki ama ya önce su giderse? Ne yazık ki bu durum; yaşamın, masalların masalının beklenmedik erken ölümü olur. Bu yüzden bizim tarafımız yaşamdan, akıldan, bilimden, on binlerce yıllık dünya medeniyetinin geleceğe yolculuğundan yanadır. Dünya ve yaşamın masalsı güzelliği için Dünya Sulak Alanlar Günü Kutlu Olsun!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here