ÇİZİM: Murat Başol

Suç ve Ceza, Dostoyevski’nin yaşamı ve birikimi sayesinde ortaya çıkmış ve dünya klasikleri arasında yer almış sadece kurgusal bir hikâye değildir. Konusu ve anlatım tarzı bir yana, felsefesi de oldukça anlamlıdır. Eserin önemi sadece nitelikli bir roman olmasından değil, sağlam bir düşünceye de sahip olmasıdır. Bu nedenle ‘’insan ne durumda olursa olsun haksızlığa ve diğer olumsuzluklara karşı dimdik ayakta durmalıdır’’ Ana fikrine sahip olan bu eserin günümüze kadar anlamını kaybetmemesinin nedeni, sistem- devlet- siyasi erk- otorite ile kanun ve yargının devlet nizamını belirleyen etkenlerin hukuk üzerindeki gölgesinin hiç değişmediği gerçeğidir.

Toplumsal olgu ve olayların tarafı olan muhalifler burjuva hukukunun muhatabı olmuşlardır.

Siyasi hapis cezalarının tarihçesi ile hapishanelerin tarihçesi birbiri ile her zaman bütünleşmiştir. Bu nedenle siyasi hapis cezalarının tarihçesi incelenirken aynı zamanda cezaevlerinin de tarihi gelişiminin değerlendirilmesi gerekmektedir. Elbette konumuz hapishaneler değil, bu konu ayrı bir makalenin konusu, olmakla birlikte hapishanelerin restorasyonu ve dönüşümü, ülkelerin, Türkiye’nin siyasi tarihiyle yakından ilişkili olduğunu vurgulamak için bu konuya değinmek istedim.

Sinop, Sultanahmet, Ulucanlar, Mamak, İmralı ve benzeri hapishanelerin tarihsel misyonu ile Silivri – Sincan hapishanelerinin misyonları devletin dönüşümü hakkında bizlere ipucu vermektedir. Hapishaneler Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve yüzlerce insanımızın hayat hikâyelerinin bir parçası olmuştur.

Devletin bekası için Türkiye devrimci tarihinin önemli isimlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın Ulucanlar Hapishanesinde, asılması, hafızalarımızdan hiç silinmeyecektir. Farklı gerekçe ile de olsa Adnan Menderes ve arkadaşlarının Yassı ada mahkemeleri sonucunda İmralı’da asılması, kutuplaştırma siyasetinin günümüze kadar taşınmasının vesilesi olmuştur.

Muhalifler sadece tutuklamalarla sınırlı olarak cezalandırılmamışlardır. Türkiye siyasi tarihi aynı zamanda katliamlar tarihidir. 77 1 Mayıs Katliamından 10 Ekim Gar katliamına kadar onlarca katliama tanıklık etmiş bir ülkenin insanlarıyız.

Geçmişten günümüze davaları ve davacıları farklıda olsa da, bugünün davaları da siyasi iktidarın bekası için uygulamaya konulan düşman ‘’hukuku’’ devam ediyor.

Bugüne geldiğimizde devam eden HDP kapatma davası, Kobane davası ve yeni sonuçlanmış Gezi ve Kaftancıoğlu davası gündemimizde.

15 Temmuz sonrası şekillendirilmeye çalışılan otoriter saray rejimi kendini sağlama almak için devlet dediğimiz aygıt içindeki etkin rolünü oynamaktadır. Toplumsal muhalefetin etkin bir güce erişimini engelleme ve dağıtma operasyonları ile karşı karşıyayız.

İstanbul Sözleşmesi laik demokratik cumhuriyetinin güvencesidir. Bu güvenceye sahip çıkmak bizim davamızdır. Dağlarımızı, ormanlarımızı göllerimizi yağmalayan ekokrım operasyonlarına karşı direnmek bizim davamızdır. Bir gecede binlerce insanımızı KHK ile çalışma haklarının elinden alınması bizim davamızdır. İşlenen kadın cinayetleri ve binlerce işçinin iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmesi bizim davamızdır. Savaş politikaları sonucu evlerinden yurtlarından edilen milyonlarca göçmen insan sorun değildir. Sorun göçmenler üzerinden ırkçılığı kışkırtan siyasi zihniyetin politikleştirilmesi bizim davamızdır. 

Bizim davamız kötülerle iyilerin mücadelesidir. Bu nedenle bu mücadele sadece seçime endeksli muhalefet etmekle çözülemez. CHP veya Millet ittifakı seçim endeksli muhalefet etmekle kötülüklerden kurtulacağını zannediyorsa yanılıyorlar. Sandığa demokratik siyasete sahip çıkmak elbette çok önemli. Ancak seçim ve sandığın güvencesi toplumsal muhalefeti maddi bir güç haline dönüştürmekten geçtiğini unutmamak gerekiyor.

Gelinen nokta sadece Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın ya da Gezi davasında tutuklanan arkadaşlarımızın, Kaftancıoğlunun cezalandırılması değil, Onların şahsında hepimizin cezalandırılmasıdır.

Tarihsel süreç bize göstermiştir ki ümmetçi, ırkçı siyasi akımların mevcut siyasi iktidarla çelişkileri olsa da sınıfsal bağlamından koparmadan savunduğumuz demokrasinin yanında asla durmayacaklardır. Bir kez daha hepimiz memlekete, insanlarımıza, geleceğimize sahip çıkmak için vicdani, insani ve siyasi olarak kenetlenmek bir ve diri olmak zorundayız…

Sonuç olarak insanlık onuruna yakışan bir geleceğin mümkün olduğuna bir an bile şüphe etmeden haykırmalıyız ki Selahattin Demirtaş davası yoktur!

Hepimizin davası vardır.

Sami Evren – Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü mezunu. TÖB-Der üyesi, 90’lı yıllarda Devrimci Öğretmenlerin örgütlenmesinde aktif görev aldı. Kamu çalışanlarının sendikal mücadelesinde önemli yeri olan Eğit-Sen’in kurucusu oldu. Siyami Erdem ve Cafer Yıldırım’la birlikte hazırladığı Eğitim Emekçileri Tarihi (Encümen-i Muallimin’den Eğitim-Sen’e) kitabı 1995’te yayınlandı. 2.ve 4. Dönem KESK genel Başkanlığı yaptı. Kasım 2010’da KESK’de çalışan kadına yönelik taciz iddiasında kadının beyanı doğrultusunda örgütsel hukukun işletilmesini talep etti. Talebin yönetim kurulunca ret edilmesi üzerine KESK genel başkanlığından istifa etti. Özgürlükçü Sol haber sitesini kurdu. Site mahkeme kararı ile kapatıldı. etelgraf ve bianet’te yazıyor.

1 YORUM

Bir Cevap Yazın