Gülşen 1976, İstanbul doğumlu şarkıcı ve şarkı yazarı, bir özgür ruh, bir gizem ikonu.
Bitmiş bir gün batımı ve gece yarısının bozuk geçiş ücreti arasında ekranlardan içeri girdi, gök gürledi.
Cıvataların görkemli zangırtı sesleri gölgelere çarptığında O özgürce sahnelerde bir bulunmaz ışık gibi yanıp sönüyor görüntüsü veriyordu. Gücü savaşmak olmayanlar için, sanki uçuş yolundaki bir kırlangıç gibi gecedeki her mazlum kadın için yakaran özgürlüğün önderiydi. Ülkenin eritme fırınları nicelerini kepçe kürek içeri atarken beklenmedik bir şekilde duvarlar sıkılaşırken moralsiz gizlenen yüzlerle O konuşuyordu. Düğün şarkılarının yankısı esen yağmurdan önce bir kadının gözyaşları için çalıyor, çocuk yaşta everilen bu kızlar için “şanssızlar, terk edilmişler ve umursanmazlar” damgalarına lanet ediyordu.
Dışlanmışlar için para ödeyen seyircilere bakıp, sürekli tehlikede yanan o sahne ışıklarının pes renklerine süs gelsin diye parlak elbiseler giymeye başlamıştı. Şarkı aralarına çan sesleri koydu, vurguları şarkılarına nazire gibi kulaklara ders verecekti. Vahşi yırtıcı dolunun çılgın mistik emirlere uymak için tepelere inen balyozları kulakları sağır etmek istemişti, zira gökyüzü çıplak şaşkınlıkla şarkıların dizelerini çatlatmak ve anlaşılmaz kılmak için her türlü gücü gösterecekti.
Ezan seslerinin esintiyle uzaklara uçtuğunu görüyor ve kendi dilinde terk edilmişlikleri anlatırken, sadece şimşekleri ve gök gürültülerini dinleyerek nice şarkılar yazdı. Nazik olmak için uysal, kendi türü için çarpıcı, zihnin koruyucuları için berrak ses, hatta bir şair ve ressam, heykeltıraş olmak için kendi benliğine büründü, zaman onu yağmur masalları ile büyüttü.
Hiçbir arsızın menfaatlerine yanaşmadan kendi soyunmuş meçhul formları için düşüncelerini taşıyacak resimler sergiledi, kabul edilen durumlarda hepsi aşağı bakmaktan usanmıştı ki, başlar gökyüzüne yöneldi. Kötü muamele gören, eşi olmayan anne için, yanlış ünvanlı fahişeler için, kabahati kanun kaçağı olanlar için, sanki bir müsebbip gibi takip tarafından kovalandı ve izlendi. Uzak bir köşede bir bulutun beyaz perdesi parlasa da ve hipnotik sıçrayan sis yavaşça yükselip pisliklerin suyu akmış ağızlarının kokuları çok uzaktan gelse de, elektrik ışığı oklar gibi onları çarptı.
O ateşlendi, hastalandı, ama olanlar tarihsel bir sürüklenmeye mahkûm edilenler gibi Onu alıkoymak için, pusuların puslu günlerinde bir söze taparak, böyle bir kişisel bir hikâyesi olan Şen bir Gülü bir hapishanede yanlış yerleştirilmiş her zararsız, nazik ruh gibi, yanıp sönen özgürlüğün düğmesini kapatmaya çalıştılar.
Ama, yıldızların gözü var ve gülümsüyorlar. Yıldızları askıya alabilirler ve saatlerce kapana kısılmış hissettirebilirler, ancak başı dik ve dik başlı bir edanın gücünü son bir kez dinlerken ve son bir bakışla izlerken O yaraları tedavi edilemeyen ağrıyanlar için titriyordu, o titreme kendi korkuları asla değildi.
Sayısız kafası karışmış, suçlanmış, kötüye kullanılmış, tükenmiş ve daha kötüsü tüm evrendeki her kapana kısılmış insan için yanıp sönen bir çıplaklığın sadece doğanın bir doğum anı olduğunu anlamaktan uzak olanlar o çıplaklığın bu evrendeki her bir insanın en saf hali olduğunu ne görebilir, ne anlayabilir ne de hayranlık hissedebilir. Cellatların eşlerinin ne ruh içinde olduklarını kimse bilmez. O eşlerin celladını bir klu klan maskesinin altında hayal ettikleri ve erişilmez olduklarının kabulleri, onların cinsel temalar düşleri ile doyuma ulaşma hikayelerini La Fontain bile yazamazdı.
Gülşen; ne Frankeştayn, ne de Vampir onları senin korkuttuğun kadar korkutamamıştır. Leonardo’nun el verdiği bir şair bir şarkı yorumcususun ve korkuları ile gün içinde gezen başı boşların gün sona erdiğinde bir sofra etrafında toplanıp, reislerinden son helalliklerini alırken sen hala en usta terzilerden bu ülkeye estetik gücü yüksek, özgürce dekolte, renk ahengi mükemmel, doğanın tüm güzelliğini resmedecek bir amazon sunuyorsun. Ne sesine, ne beynine, ne diline, ne sis perdeleri ardından çıkışının yüreği yerinden fırlatacak gizemine bir kilit vurulamaz. Mercedes Sosa’nın “Gracias de la Vida” dediği gibi, hayat ne çok şey verir insana, insana, insana…
Her sabah pencereye çık, el sallanacaktır sana, ne sis, ne sus, ne pus, ne bir aymaz camlarını kirletemez. Sosa’nın şarkısının son bölümünden sana bir esinti yolluyorum.
yaşam sana teşekkür
ayırt edebildim acıyı mutluluktan
güzeli çirkinlerden
benim şarkim size
alıp söylersiniz diye
kaldırın başları yürek gökyüzünde
yaşama teşekkürler
kalben teşekkürler
Şen Güllerin kokusu etrafı sarmışken, çekin içinize doya doya…
Attila Turnaoğlu
