Haberler Makale Manşet Uncategorized

NEYİ EKSİK YAPIYORUZ SİZCE? -Zeynel Özgün

Daha çok “ÇEDES mitingi” diye anılan ve 16 Eylül’de İzmir’de yapılan “Laik, eğitim, laik yaşam, eşit yurttaşlık” mitingine giderken, bu eylemin ana temasının eksik olduğunu ve bu alanda yaşanan bütün sorunların tek başlığa indirgenemeyeceğini düşünmekle birlikte, yine de yer, zaman, tema seçimi açısından mitinge katılımın yüksek olacağını bekliyordum doğrusu.

Genel olarak seküler yaşam ve laiklik duyarlığının yüksek olduğu bir merkez olarak İzmir’in miting yeri olarak seçilmiş olmasını teknik planlama açısından isabetli bulmuştum. Öte yandan, okulların açılmış, yaz ve tatil rehavetinin de çoğunlukla sona ermiş olması nedeniyle zamanlama da güzel gibi görünüyordu. Okulların açılmasından hemen önce din derslerinin sayısı artırılmış, Milli Eğitim Bakanı’nın karma eğitimi hedef alan sözleri toplumda tepki uyandırmıştı; ÇEDES Projesine karşı oluşan hoşnutsuzluk da herkesçe biliniyordu. Yani şahsen eksik bulmakla birlikte miting için seçilen slogan ve tema da katılımı yükseltecek gibi görünüyordu.

Hava ve yol durumu dâhil bütün koşullar oldukça uygunken, katılımı negatif yönde etkileyebilecek etmenler de çok azken (her ne kadar bölge mitingi de olsa) meydandaki havanın sönük ve katılımın zayıf olması, bence üzerine düşünülmesi gereken bir konu.

İrili ufaklı direnişlerin sağladığı birikimleri küçümsememekle, tek kişilik direnişlerin dahi toplumsal ve siyasal hafızamıza çok değerli katkılar sağladığını düşünmekle, bu tür eylemlerin kısa vadede bir sonuca dönüşmeseler bile mücadele kültürünün bugünden yarına taşıyıcısı olduklarını kabul etmekle birlikte epey bir süreden beri direniş reflekslerimizde gördüğümüz zayıflamada, kendimize ve topluma bir “başarı hikâyesi” yaşatamamış olmamızın etkisinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Üzerine söylenecek çok şey olsa da toplumsal-siyasal muhalefetin on yıllar boyunca ortaya çıkarabildiği en büyük başarı hikâyeleri, her ikisi de devletin sistematik saldırıları sonucu büyük oranda kriminalize edilmiş olan Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimleri ile sonuçlanan süreç oldu. Türkiye’de toplumsal muhalefetin Gezi Direnişi ve 7 Haziran sürecinde yarattığı devrimci sıçramayı taşıyabilecek ve bu sıçramalarla ortaya çıkan iddiayı büyütebilecek yetenek ve kararlıkta bir siyasal muhalefet toplamı ne yazık ki yok. Bu devrimci iddiayı taşıyabilme potansiyeli olabilecek bazı siyasal öznelere karşı iktidarın kriminalize etme, itibarsızlaştırma, zaafa uğratma, işlevsizleştirme ve hatta fiziki olarak yok etmeye çalışma yönündeki sürekli ve sistematik saldırıları ise yine siyasal muhalefetin başka özneleri tarafından ya kısmi bir kabulle ya da sessizlikle karşılandı. İktidar, olan biten ne varsa her şeyi, geleneksel devlet aklının çizdiği sınırlar içinde tutmayı, böylelikle kontrollü hale getirmeyi amaçladı ve başardı da.

Çoğumuz kabul ederiz ki siyaset, özünde bir hegemonya kurma işidir. Devletlerin, ellerinde bulundurduğu çok çeşitli aygıtı kullanarak güçlü bir iktidar hegemonyası kurması zor da değil, şaşırtıcı da… Asıl zor olan siyasal muhalefetin, devletin hegemonyasının karşısına, güçlü ve inandırıcı bir karşı-hegemonya ile çıkabilme ve bu hegemonyaya toplumsal muhalefeti ikna edebilme becerisi göstermesidir. Karşı hegemonyayı, devlet hegemonyasının arsası üzerine inşa etmeye kalkarsanız, yaptığınız şey en iyi ihtimalle “kaçak yapı” muamelesi görür ve bu yapının yıkılmasına yönelik her türlü iktidar müdahalesi sistemin kodlarıyla şekillendirilmiş toplumsal doku tarafından meşru kabul edilir ve hatta desteklenir. Karşı-hegemonyanın kendini nerde konumlandırdığı net ve “karşı” olmanın doğasına uygun olmalıdır.

Karşı-hegemonyada bulunması beklenen bir diğer nitelik ise, ikna edici, gerçekleştirilebilir ve harekete geçirebilir olmasıdır. Böyle olursa toplumsal muhalefet tarafından sahiplenilir ve amaç haline gelebilir.

Karşı-hegemonyayı devlet kodlarıyla belirlenmiş sınırın içine inşa etme önerisiyle şekillenen, toplumsal muhalefeti harekete geçirebilme ve bunu süreklileştirme açısından ikna edici olmayan bir iddialar toplamı, olsa olsa toplumda oluşan tepki ve varsa öfke için ancak subap işlevi görür ve bunun ötesine taşması beklenmez.

Her hak ihlali, bir karşı çıkışı ve bir itaatsizliği meşru kılar. Siyasal muhalefetin asli görevlerinden biri bu sivil itaatsizlikleri ortaya çıkarabilecek bir toplumsal muhalefet tarzının oluşmasına katkıda bulunan eylem tarzları geliştirmesidir.

İddiası olmayan bir siyaset tarzı, toplumu, güzel şeyleri sadece temenni etmekten ve kötü olduğunu iddia ederek karşı çıktığı iradeden iyi bir şey yapmasını beklemekten öteye taşıyamıyor.

Sormadan edemiyorum: 100’den fazla kurumun imzacısı olduğu ve en iyi ihtimalle 10-15 bin kişinin katıldığı İzmir mitinginin (ve tabi ki bütün benzerlerinin) iddiası ve önermesi nedir peki? Çok haklı ve doğru taleplerimizi alanlarda defalarca seslendirmenin ötesinde mesela bir sivil itaatsizlik önerimiz de olacak mı? Karşı çıktığımız şeylerin kazara yapılan yanlışlar olduğunu ve yapacağımız çok haklı ve yerinde uyarılarla düzeltilebileceğini mi düşünelim?

Miting bitmeden zaten dağılmaya başlamıştı. Her birimiz oradan görevimizi yerine getirmiş olmanın(!) iç huzuru(!!) ile ayrılıyorduk. Her birimizin yüzüne bir sorumluluğun gereğini daha ifa etmiş olmanın dinginliği yansımıştı. Görevi bitirmiş, evlerimize dağılıyorduk; hafta sonunu geçirdikten sonra, din dersi sayısının artırıldığı, ÇEDES ve benzeri projelerin artarak devam ettiği bilimsel, laik ve anadilinde olmayan müfredatın dayatıldığı okullara çocuklarımızı yeniden göndermek üzere “okul hazırlıkları” yapmaya devam edecektik. Bir kez daha araç olması gereken şeyi amaç haline getirmiştik.

Bir şeyleri eksik yapmıyor muyuz sizce de?

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir