Deniz, çocukları çok seven, onların yüreğinde izler bırakmak için yüzlerinde bir gülüşü her şeyden çok önemseyen mesleğine aşık idealist bir öğretmendi. Birçok meslektaşı gibi sosyal medya hesaplarından yaşamın her anını paylaşmak yerine bugünkü bilincine ulaşmasına yardımcı olan insanlar gibi, kitaplara adamıştı kendini. Yaşamında izler bırakmak istediği çocuklar için Deniz, bütün yaz kırlarda dolaşır, anlatacak yeni hikâyeler yazardı. Hep elinde arkası çiçek desenli aynası ve yanında can yoldaşı, arkadaşı Gümüş’le birlikte. Her bir çocuğun gülüşünün içine bir hikâye sığabilirdi.
Deniz’in en sevdiği şey (Gümüş’ten sonra tabii ki) arkası çiçek desenli aynasıydı. Bu aynayı ona ninesi vermişti. Ninesi aynayı verirken “Oğul, yaptığın her davranıştan sonra bu aynaya bak. Eğer kendine rahat rahat bakabiliyorsan sıkıntı yok. Ama kendine baktığında utanıyorsan demek ki yanlış yaptın! Onu düzelt, tamir et” demişti. Koca adam olmuştu ama hala ninesinin bu sözleri aklındaydı. Kiminle arasında bir olay yaşansa hemen gidip aynaya bakar, kendisiyle yüzleşirdi. Aynayı eline aldığında Gümüş’ün sırtını, karnını yumuşak yumuşak okşardı ve yaşadıklarını anlatırdı. Kendisiyle konuşurken yüzünde en ufak bir dalgalanma hissetse ninesi aklına gelir, hemen yaptığı yanlışı düzeltme yoluna girişirdi. Aslında Deniz’in aynası kimi zaman arkadaşıydı, kimi zamanda oyuncağı…
Yine bir kış günü evine dönerken bir olaya rastlamış ve bu duruma canı çok sıkılmıştı. Yolda bir kadın ve bir erkekle karşılaşmış, kadın yüzü yerde yürürken bir an kafasını kaldırıp Deniz’e bakmış, o an göz göze gelmişlerdi. Kadın yalvaran gözlerle bakmıştı. Bu bakışı tanıyordu ama nereden tanıdığını çıkaramıyordu. Belki de cevabını bildiği için Deniz hemen gözünü kaçırmıştı. O birkaç saniyede kadının gözünde kırgın yanık bir gönül, yoksunluk ve korku vardı. Dünyanın tüm yükü omuzlarına binmiş ve sessizce bu yükü taşıyordu omuzlarında. Yol boyunca kadını düşündü. Ne yaşamış olabilirdi de kadının bakışı bu kadar mutsuzdu? Annesini düşündü. Evde kimi zamanlarda çeşitli kavgalar yaşanır, sesler yükselirdi ama annesini gözlerini hiç böyle görmemişti. Oysa yolda karşılaştığı kadın yanındaki adamdan korkuyor, sessiz, acı dolu yüreği ile yürümeye devam ediyordu.
Eve gelir gelmez aynayı eline aldı ve tüm olayı aynaya anlattı. “Deniz sen ne yapabilirsin ki hiç tanımadığın bir kadın ve bir erkek, ne olduğunu bile bilmiyorsun. Karı koca arasına girilmez.” diye kendini avutmaya çalıştı. Ama ne kendisi ne aynadaki sureti ikna olmadı bu cümlelere.
Son yazdığı hikâyede bahar gelmiş, ağaçlar yapraklanmış ve Gümüşle kırlarda zıplayıp koşan çocuklarla dolu bir köyden bahsetmişti. Güneşsiz kaldıkça aynayı ışığa tutan çocuklar, daha çok yansıma sağlayarak sıcağı çoğaltmak istiyorlardı. Beyni yine oyun oynuyordu ona ve birden yine sorular sormaya başladı son yazdığı güzel bir hikâyeyi düşünürken. Ya o kadın, onun da sıcak güneşli günlere, ağız dolusu gülüşlere hakkı yok muydu gibi sorular düşmüştü işte düşüncesine. Bir kez aklına düşen soru, bir tohum gibi büyüyor, köklerini saldıkça insana acı veriyordu. Ne olacağını bildiği için hemen hazırlandı ve hızlıca evden çıktı, geldiği yoldan tekrar geri dönüp kadın ile adamı aramaya başladı. Aslında bulacağına da inanmıyordu. “Ahh keşke neyiniz var iyi misiniz” diye sorsaydım diyordu kendi kendine. Aynayla konuşurken ve şimdi yolda onları ararken içinden hep bunu söyleyip durdu. Karanlık bastırmış artık etraftaki insanları seçemez olmuştu. Bir an sessizlik oldu ve kulağına acı dolu kadın çığlıkları geldi. Sesin geldiği yöne doğru koştu, kendisiyle birlikte birkaç kişi daha çığlıklara doğru koşuyordu. Belki herkes yardım etmeyecekti biliyordu birileri sadece merakından izleyecekti. Ama mutlaka kendisi gibi düşünen biri olmalıydı. Bu yaşamda böyle tek olmadığını biliyordu. Aynadaki arkadaşı bunu binlerce kez söylemişti ona. Sesin geldiği yere vardığında gözlerinin gördüğüne inanmak istemedi ama adam kadını dövüyordu. Bir parkta bankta otururlarken adam kadına yumruklarıyla vuruyor “Seni seviyorum anlamıyor musun? Seni çok seviyorum ve asla seni bırakmam” diye bağırıyordu. Kadın sadece çığlıklar atarak kendini korumaya çalışıyor, kolları elleri ile yüzünü kapatıyordu. Deniz ile birkaç kişi oraya vardıklarında kadın birçok darbe almıştı bile. Hemen kadını kenara çektiler. “Ne yapıyorsun be adam neden vuruyorsun, bir de seviyormuş.” diye bağırdı yardıma gelenlerden biri. Deniz kadını oradan uzaklaştırdı. Adam “Karışmayın siz, o benim karım, size ne?” diyordu. Deniz, kadının yüzüne gözüne baktı. Darbe aldığı belliydi ama karanlıkta etkisi pek seçilmiyordu. Bu arada yardıma gelenlerden birkaç kişi adamı tutmuş, başka biri de polisi aramıştı. Polisler geldiğinde, etrafta toplanan insanlara “Şahit olarak gelmeleri” gerektiğini söyledi. Ancak kalabalıkta ki insanlar “İşimiz var, evden bekliyorlar” gibi sebepler söyleyip uzaklaştılar. Sadece Deniz ve adama “Ne biçim sevgi bu?” diyerek sürekli kızan orta yaşlı kadın şahit olarak karakola gittiler. Özellikle şahit kadın “Şikâyetçi olmalısın” diye şiddet gören kadına uyarılarda bulunuyordu.
İfadeler alındı ve kadın ifadesini verirken “Şikâyetçi değilim” dedi. Herkes dağıldı. Deniz evde aynasıyla tekrar konuştu, kendi yüzüne bakabiliyordu ama içine sinmeyen eksik bir şey vardı. O kadının, o adamla aynı yere gittiğini bilmek hiç içine sinmiyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Her zaman ki gibi sabah elma ağacının altında kuşların su kabını tazeledi, ekmek kırıntılarını koydu. Gitti, bakkaldan taze ekmek ve gazetesini aldı. Taze ekmek ve çay kokusu ortalığa iyice yayıldı. Gümüş’ün yiyeceğini verdi. Masaya oturdu hem Gümüş’le sohbet edip hem de kahvaltısını yaparken gazeteyi açıp okumaya başladı. Üçüncü sayfayı açmıştı ki lokmalar boğazına dizildi, yutamadı lokmaları. Birkaç gün önce şiddet gören kadının fotoğrafı gazete sayfasındaydı. Aynı acı ve korku dolu gözlerle bakıyordu. Kendisinin yüreğine işleyen bu bakışları hiç unutmadığını fark etti. İçine sinmeyen ve hep aklında bir eksik var diye düşündüğü şeyin ölüm olabileceğini anladı. Gözlerine yaşlar doldu ve kendi omuzlarında ağır bir yük hissetti. Bundan böyle artık “Eee ben ne yapayım kendisi istedi ve adamla gitti” demeyecek, böyle bir olayın yaşanmasına izin vermeyecekti.
Bahçeye çıktı, elinde aynası, yanında Gümüş yine hikâyeler anlatıyordu. Sırtını da ağacın altındaki kuyuya dayamıştı. Bu arada minik bir serçe daldan dala konuyor, bahar gelmiş gibi şen şakrak cıvıldaşıyordu. Deniz, gazetede gördüklerini unutmak ister gibi aynayı ağaca tutarak “Az kaldı merak etme, bahar gelecek, bütün dalların yapraklanacak, her taraf yemyeşil olacak.” Gümüş hem daldan dala zıplayan serçeye hem de Deniz’in anlattıklarına bir iki havladı. Serçe de cikcikleyerek cevap verdi sanki ona.
Ertesi sabah bahçeye çıktığında, Deniz elma ağacında bir değişiklik fark etti. Gördüklerine inanamadı adeta. Birden Gümüş’e seslendi. “Bak bak ağaç yapraklanmış, daha bahar gelmeden her yer yapraklanmış.” diye coşkuyla bağırdı. Gerçekten elma ağacının bütün dalları dolmuştu ve hiç çıplak görünmüyordu. Şaşkın şaşkın ağacı seyrederken Gümüş sevincini göstermek için coşkuyla havladı ve binlerce kuş havlama sesiyle cıvıldaşarak kanatlandı. İnanılmaz bir şenlik sardı etrafı. Kuşlar kanat çırptıkça ayaklarında aynalar takılmış gibi ortalık ışığa kesti. Yansıyan ışıklarda katledilen, kadınların yüzleri seçiliyordu ve ağacın dalları yemyeşil yaprak dolmuştu. Deniz bu heyecanla Gümüş’ün boynuna sarıldı “Bak bu iyiye işaret, başaracağız, başaracağız, hep birlikte olursak mutlaka başaracağız!!!” dedi. Ninesini sevgiyle hatırladı, aynasını daha sıkı tuttu. Cıvıltılar bitip de ortalık sakinleştiğinde elma ağacı yine kış günlerinin çıplak haliyle, kuyunun üzerinde heybetli dallarıyla baharı beklemeye, Deniz ve Gümüş’ün hikâyelerine konu olmaya devam etti.