Ana Sayfa Haberler Seçime Giderken İttifak Politikaları: Bir Kez Daha Anket Fetişizmi Üzerine- Haluk Levent

Seçime Giderken İttifak Politikaları: Bir Kez Daha Anket Fetişizmi Üzerine- Haluk Levent

0
Seçime Giderken İttifak Politikaları: Bir Kez Daha Anket Fetişizmi Üzerine- Haluk Levent

Matematiğin incelediği dünya, tam olarak bizim dünyamız, zamanın her yerine nüfuz ettiği tek gerçek dünya değildir. Bununla birlikte, bizimkinden aşılmaz bir uçurumla ayrılmış, ebedi matematiksel nesnelerin herhangi başka bir dünyası da değildir. O bizim dünyamızın bir temsilcisi, vekili, onun sahte bir versiyonu, ondan ayrılan bir “simülakr”dır; çünkü onda her şey zaman içinde (zaman dizgisel -ç.n.) yerleşimden ve fenomenal tikellikten yoksundur.

Sanki matematiksel ve mantıksal akıl yürütmemiz, zaman ve değişimin nihai gerçekliğinin tanımlanmasına karşı zihne yerleştirilmiş bir Truva Atı’nı temsil ediyor. Bununla birlikte, seçiciliği -zamana ve tikelliğe aldırış etmemesi- yararlılığının kaynağıdır. Matematiksel ve mantıksal akıl yürütme yetimizi doğal yapımızın sınırlarını aşmanın bir yolu olarak görmek yerine, onu bu yapının bir parçası olarak anlamalıyız. Bu yetenek, zamana bağlı herhangi bir durumun ayrıntılarından bağımsız olarak, dünyanın parçalarının diğer parçalarla nasıl bağlantı kurabileceğine dair fikirlerimizi genişletmemizi ve yeniden birleştirmemizi sağlayarak problem çözme yeteneklerimizin kapsamını büyük ölçüde geliştirir. Bu özelliği ile matematik şimdi bulunduğumuz seviyeden daha basit bir düzeyde iken evrimsel bir avantaj sağladı ve şimdi daha karmaşık hale geldiğimiz bu seviyede halen bir evrimsel avantaj sağlamaya devam ediyor.

(R. Mangabeira Unger ve Lee Smolin, The Singular Universe and the Reality of Time, 2015)

Matematik ve istatistiksel çıkarım insan aklının ve soyutlama gücünün en parlak ürünlerinden biridir. Öte yandan bu iki alan eninde sonunda insan aklının ve düşüncesinin dünyayı anlar ve anlatırken kullandığı iki önemli araçtan başka bir şey değildir. Bu araçların sınırladığı soyut evren gerçeği anlamada kullanabileceğimiz bir araç olmaktan çıkıp gerçeğin kendisi olarak değerlendirildiğinde insan aklını sınırlayan deli gömleğine dönüşmesi fazla uzun sürmez. İnsan düşüncesini fizikte de, iktisatta ve politikada da hep aynı çıkmaz sokağa sürükler. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Emek ve Özgürlük İttifakı’nda ve Millet İttifakı’nda anketlerden elde edilen oranların yaydığı şehvet, anketlerin fetişleştirilmesi kimi partilerin gerçek ihtiyacımızı ve odağımızı kaçırmasına neden oluyor. Bugün önümüzdeki en önemli hedef bir tür rejim referandumuna dönüşmüş bulunan seçimlerde tek bir oyun bile boşa gitmesini engelleyecek stratejiyi belirlemektir. Çünkü anketlerin güvenilir olarak yorumlanması için ihtiyaç duyduğumuz bilgilerin ve araçların tamamı şirketler tarafından açıklanmıyor. Bir de üzerinde konuşulan oranların küçüklüğü nedeniyle istatistiksel güvenilirlikle ilgili ek sorunlarımız var. Bu durumda çıkarım için teoriden gelen bilgilerimizi, topluma ilişkin diğer kaynaklardan elde edilmiş bilgilerimizi ve aklımızı ihtiyaçlar doğrultusunda kullanmaktan başka çaremiz yok.

Başlığın altındaki geniş alıntıda felsefeci ve siyaset bilimci Unger ile ünlü teorik fizikçi Smolin matematiğin gerçeklik ile kurduğumuz ilişkideki rolünü tanımlayarak bir yanıyla ne kadar önemli bir işlev taşıdığını evrim süreci bağlamında vurguluyorlar. Diğer yandan zamanı ve değişimi hak ettiği ölçüde dikkate almayan, içermeyen matematiksel çözümlemenin, düşünme ve anlama yeteneğimizi yanıltan bir Truva atına dönüşebileceğini vurguluyorlar. Aslında Lee Smolin uzun zamandır bilimsel faaliyetin taşıyıcı gücünün düşüncelerimiz ve fikirlerimiz olduğunu, matematiğin ise bunları ifade etmek için kullanmakta olduğumuz bir araç olduğunu defalarca vurguladı. Hem fizik başta olmak üzere temel bilimlerde hem de iktisat başta olmak üzere sosyal bilimlerde aşırı matematikselleşmenin bilimselliğin neredeyse tek kıstası gibi görünmesini çeşitli vesilelerle eleştirdi. Bu yaklaşımın ana akım bilimsel yaklaşımlarda bir tıkanmaya, ayrıca sosyal bilimlerde ise günlük hayatımızı etkileyen önemli sonuçlara yol açtığını savunuyor. Örneğin, “Kötü Bilim Ekonomik Krize Nasıl Yol Açtı?” başlıklı yedi dakikalık videosunda bir fizikçi gözüyle iktisadi düşünüş biçiminin, ana akım iktisadi modellerin dünyayı kavrayış tarzının 2008 krizi başta olmak üzere genel olarak krizlerin oluşumundaki rolünü gayet net biçimde özetliyor.

Türkiye’de ise matematiğin kullanımının ötesinde sayısal göstergeler ve dolayısıyla istatistiklerle toplum arasında hastalıklı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Hastalık özellikle istatistiksel okuryazarlığın istatistik üreten kurumlar dahil neredeyse sıfıra yakın olmasından ve sayısal ve grafik gösterimler konusunda ise son derece sığ bir bilgiye sahip olmamızdan kaynaklanıyor. Buna karşın sayısal olana güven ve sarsılmaz ancak seçmeli inanç neredeyse sınırsız. İstatistiksel üretimin kurumsal kaynağı TÜİK’e güvenilmezken aynı ölçüde yanlış istatistik üreten başka kurumlar ilan ettikleri ölçüm ve sonuçlar bireysel beklentilerle örtüştüğü sürece en popüler kurum haline dönüşebiliyorlar. Her vatandaşın, kurumun ve siyasi partinin ise kendine has güvenilir anketçisi var. Bu karmaşık ortamda karar vermek için bir ölçüde istatistiksel temel bilgiye ve çokça sağduyulu ve amaca dönük değerlendirmelere ihtiyacımız var. 

Tarihsel bir uğraktayız

Uzun zamandır Türkiye’de adım adım örülen yolsuzluk ve talan düzeninin ve otoriterleşmenin ulaştığı seviye bizi büyük bir ekonomik ve toplumsal yıkımın eşiğine getirdi. Bu koşullar altında 14 Mayıs’ta yapılacak seçimi kaybetmek Türkiye’de toplumsal bağların çözülmesi ve “çökmüş devlet (failed state)” konumuna düşme ihtimalini gündeme getirecek kadar büyük bir risk taşıyor.

Ayrıca, iktidar dünyadaki çok sayıda benzeri ile uyumlu bir şekilde toplumsal muhalefetin öncü, değerli ve simgesel insanlarını uzun zamandır hapiste tutuyor. Önümüzdeki seçimler bu açıdan da önem taşıyor. Karşılaşacağımız herhangi bir başarısızlık, sudan sebeplerle hapse atılmış ve bir bölümü neredeyse ömür boyu hapis cezası almış veya almak üzere olan Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, “Gezi Davası” tutukluları, çeşitli HDP davalarından tutuklanmış binlerce yoldaşımız açısından da kapının mühürlenmesi anlamına gelir.

Küresel düzeyde ise, uzun zamandır sonuçları itibarıyla iyice görünür hale gelen iki büyük dip dalga ile karşı karşıyayız: iklim yıkımı ve teknolojik gelişmelerin üretim sürecinde yol açtığı büyük dönüşümler. İlki dolayısıyla sadece insanlık değil, bütün bir ekosistem sermayenin en azgın, en gerici ve en gözü dönmüş kesiminin tasallutu altında bir varoluş mücadelesine sürüklenmiş durumda; altıncı büyük yok oluş sürecinden kurtulmaya çabalıyor. İkincisi ise, bir yanıyla bolluk toplumunun, komünist toplumun nesnel altyapısının oluştuğunu müjdeliyor; diğer yanıyla ise, “insan doğası” başta olmak üzere, tüm ekosisteme karşı yaşamsal bir tehdidin, bugüne kadar yeryüzünde görülmüş en yıkıcı oligarşik grubun ortaya çıkmaya başladığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, nesnel olarak bakıldığında bolluk toplumuna bir kol uzaklığı mesafedeyiz ama toplumsal mücadelelerin seyrine bakılacak olursa da soluk ışıklı bir yıldız kadar uzaktayız. Kelimenin tam anlamıyla bir kavşaktayız; ya yeryüzünde cennetin kapısını açacağız veya cehennemin ortasına düşeceğiz.

Dolayısıyla, bugün insanlığın başına musallat olan neo-faşist hareketin ortaya çıkması ve süratle büyük bir tehdide dönüşmesi bir rastlantı değil. Bu büyük altüst oluş, süreklileşen kriz hali, diğer bir deyişle son derece derin yapısal kriz koşulları bu tür hareketlerin serpilmesi için uygun ortamı yaratıyor. Bu hareketin enternasyonal karakterinin, yani birlikte öğrenme, deneyim paylaşma kapasitesinin de son derece yüksek olduğunun altını çizmek gerekir. Küresel düzeyde ilerici güçlere karşı giriştikleri mücadelede en büyük silahları olan sahte gerçekliği yaratmak amacıyla kullandıkları sınırsız yalan, manipülasyon, nefret dili ve şiddet ile yurttaşlık bilincini yaralayıp, hatta ortadan kaldırıp iktidarlarını kurmak ve sağlamlaştırmak istiyorlar. Bu yolda seçim meşruiyeti şu an için ihtiyaç duydukları en önemli unsur.

Dünyanın neresinde olursa olsun bu neo-faşist enternasyonale karşı kazanılacak her seçimin önemi çok yüksek. Hem moral açıdan hem de bu şebekenin uluslararası bağlarının deşifre edilmesi açısından büyük önem taşıyor. Brezilya seçimleri bizim zaferimizdi ve Türkiye seçimleri de diğer halkların ve ilerici güçlerin zaferi olacak.

Seçimler, değişim talebi ve hedeflerimiz

Son bir ay içerisinde yaşananlar, muhalefetin aday belirleme sürecinde yaşadıkları dikkate alınacak olursa, Türkiye’deki sol hareketin tutumuna ve performansına bağlı olarak 12 Eylül rejiminden çıkış ihtimali masanın üstündedir. İYİP yönetiminin aldığı tavra seçmenden ve iki gün içerisinde yaklaşık 70 bin istifa ile örgüt tabanından gösterilen tepki Türkiye halklarının güçlü bir değişim isteği taşıdığını, bu rejimden kurtulmak istediğini ve bu değişim ve kurtuluş isteğine engel yaratacak sonuçlar doğurabilecek her tür tutumu cezalandıracağını açıkça göstermiştir. Seçmen tabanında kök salmış bir değişim isteği, bu rejimden kurtulma hayali açıkça görülüyor.

Bu seçimlerde hedefimiz, Brezilya seçimlerinde yaratılan sloganda olduğu gibi “cehennemin kapılarını kapatmaktır”. Sağından soluna bütün muhalefet bu kapanışın ne kadar değerli olduğunun farkında. Yirmi yıldır maruz kaldığımız ekokırımın boyutları, toplumsal çöküntünün derinliği, kamusal olan her şeyin son damlasına kadar yağmalanması ve nihayet artık kamunun bizatihi kendisinin tasfiyesini gerçekleştirmek üzere harekete geçilmiş olması yaklaşmakta olan seçiminin yakıcı önemini gösteriyor. Bütün bu yıkımın sorumlusu cehennem zebanilerinin, kafa kesme çağrısı yapan cihatçının, onu yakalamakta duraksayan emniyet güçlerinin, inşaat malzemesinden çalan müteahhidin, en kırılgan ânında evi depremde başına yıkılmışken yurttaşına ihtiyaç duyduğu malzemeleri satmakta bir an bile duraksamayan, beis görmeyen “yardım” kuruluşunun ve bütün bunları varlığında cisimleştiren iktidarın çıkıp geldiği cehennemin kapılarını kapatmak en önemli görev olarak önümüzde duruyor.

İçinde bulunduğumuz koşullar önümüzdeki seçimleri bir rejim referandumuna dönüştürmüştür. İkincil hedeflerin temel hedefi riske atmasını düşünemeyiz. İktidar bloğu seçimin referanduma dönüşen karakterini doğru kavrayarak ve içinde bulunduğu meşruiyet sorununu doğru çözümleyerek elinde henüz güç varken seçim sistemini değiştirmiştir. Fiilen ittifakları anlamsızlaştıran değişikliklerden sonra seçimler yalın bir “oyun teorisi kurgusuna” dönüşmüş durumdadır. Kabaca üç blok ve bir de sorunu daha da karmaşık hale getirecek şekilde protesto oylarını kendisine çeken Memleket Partisi ve Zafer Partisi gibi partiler var. İkinci bir sorun da tanım itibarıyla iki farklı seçime gidiyor olsak da Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalma ihtimali gerçeğe dönüşürse birbirine bağlı iki seçimin gerçekleşecek olması. İkinci tur öncesinde oluşacak parlamento çoğunluğu ikinci tur seçimlerini kuvvetli biçimde etkileyecektir. Hatta birinci turda seçimi kazanma ihtimalini düşük gören iktidarın defansif bir strateji kurarak ilk turda parlamento çoğunluğuna oynadığı ve bu yolla ikinci turu kazanmaya çalışacağını da söyleyebiliriz. Bu durumda parlamento seçimlerinin önemi her bakımdan son derece yükselmiştir.

Seçim yasasına göre ittifaklar sadece barajı aşmak açısından işlevseldir. Daha ötesine geçmek için seçim çevrelerinde tek liste veya en azından seçim çevresindeki en büyük partinin oy miktarını yükseltecek adımları atmak en akılcı strateji olarak gözüküyor. Ortalıkta anketlerden, geçmiş seçimlerdeki oy oranlarından ve atama yoluyla belirlenen oy oranlarından gerçekleştirilen çok sayıda simülasyon var. Büyük bölümü Millet İttifakı için 25’i çok kritik toplam 40, Emek ve Özgürlük İttifakı için yaklaşık 15’i kritik 25 civarı seçim çevresi olduğunu gösteriyor. Bu durumda akılcı strateji en azından bu seçim çevrelerinin tamamında tek liste ile seçime gitmek olmalıdır. Muhalefet açısından tek gerçekçi hedef anayasal çoğunluğa, yani 360 milletvekiline ulaşmak olmalıdır. Bu durumda, bütün artık oyların ve milletvekilliklerinin önemi büyüktür.

Bu hedefi öncelerken ayrı listelerle girmeyi bir strateji olarak benimseyen partiler üç temel argüman öne sürüyorlar: örgütlerden gelen raporlar ve saha araştırmalarından elde edilen verilerin değerlendirilmesi; Cumhur İttifakı’nı zayıflatmak iddiası; ittifakın en geniş kesimlerin taleplerini içerecek ölçüde kapsayıcı olmasına ve en geniş temsil olanağı yaratmasına imkân tanıyacağı görüşü.

Öncelikle saha çalışmalarındaki durumu ele almakta fayda var. Detaylarına girmeden önce Sabancı Üniversitesi’nden üç araştırmacının 2022’de yayımladıkları bir makaleye değinmek gerek.[1] 2011 – 2019 yılları arasındaki sekiz seçim için kırk yedi firma tarafından gerçekleştirilen 295 seçim anketinden hareketle “toplam anket hatası” yaklaşımı ve CNN’in “şeffaflık kriterleri” ışığında yapılan istatistiksel tahminlerin sonucuna göre, “… bilimsellik ve şeffaflık standartlarının bu denli uzağında olan ülkemizdeki seçim anketlerinin ve bunlardan elde edilen veriler kullanılarak yapılan çıkarım ve tahminlerin geçerli ve güvenilir olduğunu söylemek pek mümkün değildir”. Yazarlar bulgularının sonucunu olanca nezaketleriyle ve bilimsel şüphecilik diliyle ifade etmişler, ancak makaledeki detaylar CNN’in kriterleri söz konusu olduğunda anketlerin tamamının özellikle “şeffaflık eksikliği” nedeniyle başarısız kabul edilmesi gerektiğini gösteriyor. Türkiye’de seçim anketi faaliyeti, şeffaflıktan uzaklığı iş yapma pratiğinin bir parçası olarak benimsemiştir.

Bu açıdan bir sorun yaşamıyor olsaydık bile anket verisini kullanırken güven eşiğimizi oldukça yüksek tutmak zorunda kalırdık. Her şeyden önce seçimde oy atma bir davranıştır. İnsanların karar sürecinin sonucunda beliren eğilimlerinin davranışa dönüşmesi farklı faktörlerin etkisi altında gerçekleşir. Bu tip anketler ise ne yazık ki “eğilimleri” ölçer. Bilindiği gibi “eğilim – karar – davranış” arasında bu anketlerle gözlemlenmesi pek mümkün olmayan ve başlangıçta oluşan eğilimi değiştirebilecek ölçüde önemli etkenler vardır.

Bir an için elimizde bu problemi çözebilecek bir alet olduğunu ve anketlerde bunu kullandığımızı düşünelim. Yine de anket sonuçlarına ilişkin güvenlik süzgecimizin epeyce yukarıda kalması gerekir. Anket, veri toplama yöntemlerinden biri olarak eğer ana kütlenin tamamına erişme olanağımız yoksa (büyük bir çoğunlukla yoktur) kullanılan bir yöntemdir. İstatistik biliminin ilkelerine göre seçilen az sayıda deneğin oluşturduğu örneklem yoluyla veri toplanır. Veri toplamanın amacı ise ana kütlenin, yani burada oy verebilecek nüfusun tamamının oluşturduğu kitlenin iyi tanımlanmış değişkenlerle, ölçülen konularda nasıl davranacağını, yani hedeflenmiş parametrelerini tahmin etmektir. Bu süreçte istatistik bilimi açısından kesin olan tek şey anakütle (popülasyon) parametrelerinin gerçek değerlerini kesin olarak asla tahmin edemeyeceğimizdir. Ne kadar hassas yöntemler ve yaklaşımlar uygulayacak olursak olalım tahminlerin tamamı mutlaka bir hata barındırır. Aslında istatistik bilimi bir açıdan yapılacağı kesin olan bu hatanın bilim ve tecrübe ile yönetilmesine odaklanır.

Hatanın üç temel kaynağı vardır. Birincisi, örneklem seçimi. Anket firmaları, örneğin TÜİK’in sahip olduğu örneklem çerçevesine sahip olmadıklarından yüksek hassasiyet taşıyan örneklem oluşturmakta zorlanırlar. Uzun zamandır düzenli (örneğin aylık) ve sosyolojik temelleri takip etmeyi amaçlayan anketler yapan firmaların bu açığı bir ölçüde kapatmaları mümkündür ancak oldukça güçtür. Hatanın ikinci kaynağı anket tasarımı ve veri toplama yöntemidir. Bu konuda sevgili Emre Erdoğan’ın Medyascope’ta yayımlanan yazısına referans vererek geçiyorum. Emre’nin yazısından da anlaşılabileceği gibi, bu konuda güvenilir anket şirketi bulmak çok zor.

Hatanın üçüncü kaynağı ise istatistiksel tahmin aşamasıdır. Genelde piyasada gördüğümüz anketlerin büyük çoğunluğu oy oranı gibi kimi hedef değişkenleri ve bazı demografik özelliklere göre ayrıştırılmış (dekompoze edilmiş) parçalarına ait oranları tahmin etmeye çalışırlar. Oysa bir toplumsal ağ içerisinde bireylerin çeşitli sosyolojik ve psikolojik faktörlere bağlı olarak davranışlarını tahmin etmekten bahsediyoruz. Bu parametreler çeşitli kontrol değişkenlerinin etkisini de içeren katmanlı modeller kullanılarak tahmin edilmezlerse yapılacağı kesin olan hatayı büyütme tehlikesi ile karşı karşıyayız demektir. Bu sorun anketin dibine “bu anketin hata payı %2.5’tir” gibi genelgeçer ve nasıl hesaplandığı tam olarak belli olmayan, daha doğrusu genel amaçlı formüller kullanılarak bulunmuş sayıları yazarak çözülemez. Ayrıca içinde bulunduğumuz tedirginlik ortamında cevapların yansızlığı, bölünmüş ve kemikleşmiş davranış kalıpları nedeniyle davranışı etkileyen sosyoekonomik faktörlerle davranışlar arasındaki parametrelerin etkinliklerini yitirmiş olmaları, karar ile davranış arasındaki bağın ve açıklığın tahmin edilmesindeki güçlükler gibi çok sayıda faktör, anketlerden elde edilen tahminlerin etkinliğini azaltır.

Son olarak bütün bunları da çözecek istatistiksel araçlara sahip olduğumuzu varsayalım. Ana kütlede %5’in altındaki herhangi bir orana ilişkin istatistiksel açıdan tutarlı bir tahmin üretebilmek için ihtiyaç duyulacak örnek sayısının son derece yüksek olacağı veya bu sorunu aşmak için de güçlü ve güvenilir bilimsel yaklaşımlar geliştirilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekir. Normal koşullarda, yani “örneklem hatasının” doğru hesaplandığı ve raporlandığı durumda bile küçük oranlarda tahmin hatası ve dolayısıyla “kestirim aralığı” anlamsız ölçüde büyük olacaktır. Örneğin tahmin hatasını dikkate alan bir raporlamanın iyi ihtimalle X Partisi’nin oyu %1 ile %5 arasında herhangi bir değere eşit olabilir demesi gerekecektir. Hassas limitlerin söz konusu olduğu bir karar süreci için bu bilginin kayda değer bir anlamı olmayacağı açıktır. Yani anketlerde örneğin %3 olarak tahmin edilen bir oranın “X Partisi’nin seçimde elde edeceği oy oranı %95 ihtimalle, %2 ile %4 arasında bir değere sahip olacaktır” şeklinde raporlanması gerekir. Ne ölçüde işe yarar bir sonuç olduğu haliyle tartışmalıdır.

Bir an için milletvekilliği eşik değerinin %2,5 olduğu bir seçim çevresi düşünelim. Anket sonuçları oy verme eğilimlerine göre partinin oy oranının alt ve üst limitlerini eşik değerin üzerinde gösteriyorsa (örneğin %2,5 ile %5 arası gibi) %97,5 ihtimalle eşik değerin üzerinde oy alınabileceğinden bahsedebiliriz. Eğer eşik değer tahmin aralığının içerisinde kalıyorsa (örneğin %2 ile %4 arası gibi) eşik değerinin aşılıp aşılamayacağına dair bir ihtimal hesaplamak mümkün değildir. Oy oranının %2 olması da, %4 olması da istatistikî olarak güvenilir tahmin sınırı içinde kalır. Bu durumda tahmin değeri eşik değere ulaşılıp ulaşılamayacağı açısından güvenilir bir karar destek verisi olma niteliğini kaybeder. Eşik değer açısından yol gösterici olamaz. Nokta tahmini veren anketlerin verilerinden yola çıkarak karar almak bu açılardan oldukça risklidir.

Öte yandan örneğin İstanbul’un herhangi bir seçim çevresinde takriben 4 milyon civarında seçmen olduğunu düşünebiliriz. Bu seçim çevresinde 2 bin deneklik bir örneklem üzerinden anket yapılsa buradaki her bir gözlem biriminin ortalama ağırlığı 2 bin civarında olacaktır. Yani bir denek ortalama 2 bin kişiyi temsil edecektir. %3’lük bir oy oranın hesaplanması için yaklaşık 60 kişinin (2000*0.03=60) tercih bildirmesi yeterli olacaktır. Seçime katılım %85 düzeyinde gerçekleşecek olursa 3,4 milyon oy kullanılacak demektir. Burada %3 102 bin oy anlamına gelir. Bu durumda, 102 bin kişinin altmış tanesinin 2 bin kişilik örneklem içerisine doğru tahmin verecek şekilde yansımasının mümkün olup olmayacağı önemli bir sorudur. Eğer elli kişi yansırsa ortalama 20 bin oy az, yetmiş kişi denk düşerse de aynı miktarda oy fazladan tahmin edilecektir. Her birinde yaklaşık %20’lik bir sapma gerçekleşmiş olur. Bu arada söz konusu sapmadan ötürü bir bütün olarak anketin güvenilirliği istatistiksel açıdan pek değişmez.  

Seçim kararının siyasi getirisi ve riskler

Tek liste ile girilmediğinde elde edilebilecek getirilerden ilki en geniş halk kesimlerinin taleplerinin dile getirilmesi ve oylarının alınması şeklinde ifade edilebilir. Bu yolla HDP’ye oy vermeyecek bir miktar seçmenin oyunu almak mümkündür. Bu tür oyların kaynağı, niteliği ve miktarı ise tartışılmalıdır. Kaynağı büyük ölçüde Millet İttifak’ının içindeki küskün seçmenler (özellikle CHP seçmenleri) ve Cumhur İttifakı partilerinden yoksullaşma ve benzeri nedenlerle kopmuş kararsız ve tepkili seçmenler olabilir. Bunların oyunu almak çekici olmakla birlikte sürekli bir bağ kurabilmek daha önemlidir. Özellikle büyük altüst oluş dönemlerinde insanların geleceğe dair belirsizlikler ve dönüşüm ihtiyacı bu tür eğilimlerin güçlenmesine neden olabilir.

Eğer bu kişilere parti çalışması kapsamında ulaşıldıysa ve insanların kendilerini dönüştürmeleri gerçekleştiyse çok değerlidir ve yüksek nitelikli bir parti çalışması yapılmış demektir. Seçimde oyu alınan bu türden bir kitleye partinin ulaşması mümkün olabilirse yine önemli bir siyasi kazanımdan bahsedilebilir. Ancak bu durumda, yani insanların kendilerine bakarak, kendilerini dönüştürdükleri durumda HDP’ye oy vermeme davranışını açıklamak mümkün değildir. İnsanların kendilerine baktıkları durumlar Manuel Castells’in tarifine göre Fransız Devrimi, Ekim Devrimi gibi büyük devrimlerin ardında yatan güçlü ideolojik dönüşüme dair bir işarettir. Bir nevi devrimci durum işareti olarak yorumlanabilirler. İçinde bulunduğumuz konjonktürde devrimci durumdan söz etmek ise pek mümkün gözükmüyor.

Bu grubun miktarını kestirmek ise kolay değildir. Özellikle ne kadarı Cumhur İttifakı içerisinden geliyor? Ayrıca iktidar partilerinden kopacak kadar zor bir kararı almış birilerinin neden ortak listeye oy vermek istemeyeceği de tartışmalıdır. Üstelik seçmen tabanında partilerin yöneticilerinden daha yüksek ve kararlı bir mobilizasyonun olduğu bir ortamda geçerli bir argüman gibi gözükmüyor.

İkinci gerekçe, halkın taleplerini en geniş ölçüde karşılanması şeklinde ifade ediliyor. Bu taleplerin dile getirilmesinde ayrı listenin tek listeye karşı üstün tarafı ancak ittifak üyesi partilerin her birinin herhangi bir talebe karşı çıkması ile mümkün olabilir. Bunun önüne geçmek için ittifak seçim bildirgesinin tüm toplumun beklediği gibi en yakıcı sorunlar olarak deprem, ekonomik kriz ve toplumsal çöküntüye odaklanması ve otoriter diktatörlüğü sonlandıracak adımları atmayı, 12 Eylül rejimini sonlandırmayı hedeflemesi ve toplumsal haklar ve adalet eksenli talepleri dillendirmesi yeterli olacaktır. Son derece kısa bir seçim propagandası döneminde zaten daha ayrıntılı bir seçim söyleminin kurulması mümkün değildir. 

Üçüncü gerekçe, parti bayrağının oy pusulasında ve bütün seçim çevrelerinde, yani tüm yurt sathında dalgalanmasının yaratacağı görünürlük ve üyelerde yaratacağı coşku ve heyecanı elde etme. Bu coşkuyla birlikte parti örgütlenmesinin yükseltilmesi bütün partiler açısından anlaşılabilir ve meşru bir taleptir.

Dördüncü gerekçe ise %3’lük hazine yardımı sınırına erişme ihtimaliyle birlikte gelen ve örgütlenme çalışmalarının, rutin parti masraflarının karşılanmasını kolaylaştıracak Hazine yardımını elde etmek olabilir. Yeni ucube seçim yasasının en önemli sonuçlarından biri ittifak içerisindeki partileri bu yardım olanağı ile “ittifak adına artık oyun yitirilmesi” arasına sıkıştırmaktır.

Bu gerekçelerin yanı sıra karşımızda duran risklerin en büyüğü artık oyların kaybı nedeniyle birkaç vekilliği yitirme ihtimalidir. Bilindiği gibi, seçim sonrasında parlamentoda, fabrikalarda, işyerlerinde, meydanlarda, hayatın her alanında zorlu bir sınıf mücadelesi olması kaçınılmaz. Ayrı listeler ile girildiği için yitirilecek bir vekillik parlamentoda kritik sayının altına düşülmemesi kaydıyla büyük bir öneme sahip olmayabilir. Ancak, bunun kaçınılmaz olarak genişletme perspektifine sahip olacak bir ittifakın saflarında birlikte mücadele azmini düşüreceği açıktır.

Öte yandan 12 Eylül rejiminden çıkış anayasa değişikliği ile mümkün. Bu açıdan bakıldığında muhalefetin toplam milletvekilliğinde 360 sayısını hedeflemesi gerekir. Bu sayıya ne kadar yaklaşılabilirse Cumhur İttifakı milletvekilleri arasında çözülme ihtimali de o kadar yükselir. Hiç kuşkusuz anayasa değişikliği için Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kilit rol oynama pozisyonunun sağlam kalabilmesi açısından da mümkün olduğu kadar fazla milletvekilinin parlamentoya sokulması gerekiyor.

Üçüncü olarak ayrı listeler nedeniyle riskli konuma düşen vekilliklerin bir bölümünün, hatta sadece birinin bile Cumhur İttifakı’na kaybedilmesi ihtimali Türkiye’de solun savunmakta zorluk çekebileceği sonuçlar doğurabilir. Özellikle yeni tasarımı sayesinde Cumhur İttifakı’na %42 ile %45 arası bir oy aldığında çoğunluğu sağlama imkânı tanıyan seçim yasası nedeniyle, bu kayıpların kritik eşiğin geçilmesine neden olması da ihtimal dahilindedir. Muhalefet kanadında bu tür bir nedenle Cumhur İttifakı’na güç bahşeden ittifak(lar)ın toplumsal muhalefetle bağlarının zayıflaması kaçınılmazdır.  Eğer Emek ve Özgürlük İttifakı bu sorunun bir parçası olursa, sorunun kaynağından bağımsız olarak solun, demokrasi mücadelesinin elde ettiği önemli mevzileri kaybederek bir meşruiyet sorununa kadar sürüklenmesi söz konusudur.

Dördüncü olarak, ayrı listelerle girilirken özellikle kritik bölgelerde başarısızlık halinde parlamentoda temsil özelliği güçlü figürlerin beklenmedik şekilde dışarıda kalması da ihtimal dahilindedir. Bu durumda özellikle seçim sonrası yoğun mücadele döneminde parlamentoda gösterebilecekleri yüksek temsil kabiliyeti ile öne çıkabilecek, fayda sağlayabilecek önemli figürlerin parlamento dışında kalmaları da bir risk olarak değerlendirilmelidir.

Son olarak en büyük riskin altını çizmekte fayda var: elimizden gelen her şeyi yapamadığımız için cehennemin kapılarının üstümüze kilitlenmesi.

Sonuç olarak, alternatif seçenekler arasında bulunan ayrı listeler halinde girmenin avantajları ve dezavantajlarını sayarak uzatmak mümkün. Ancak siyasi alternatiflerin ve kararların bir de bağlamı içerisinde değerlendirilmesinde fayda var. Toplumsal muhalefetin bütün dikkatini bugün içinde yaşadığımız rejimden kurtulmaya yönelttiği, tüm toplumsal kesimlerin yurtta nefes alabileceği bir ortam talep ettiği ve haksız yere yıllardır hapishanelerde tutsak insanların özgürlüklerine kavuşturulmasının bir görev olarak önümüzde durduğu bir ortamda öncelikli hedef mümkün olan en düşük riskli tercihlerle çıkış yolunu açmak olmalıdır.

Belirsizlik her zaman risk almayı gerekli kılar. Ancak riske maruz varlığın taşıdığı anlam ve değerin de karar sürecinde dikkate alınması gerekir. Karar sürecinde etkinliğin artırılması riskin gerçekleşmesi halinde ortaya çıkabilecek hasarla muhtemel getirinin karşılaştırılmasına bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, seçim sürecine minimum riskle girmek ve toplumsal muhalefeti yükseltecek en iyi sonucu almak için daha güçlü bir mücadele birliğine ihtiyaç olduğu açıkça ortadadır. Bu açılardan ortak liste politikasını en geniş haliyle, mümkünse her yerde hayata geçirmek seçim ittifaklarının en önemli, acil ve yaşamsal politika kararı olarak öne çıkar. Eğer her şeye rağmen aynı oy pusulasında iki partinin logosu da olursa seçmenin risk almadan oy kullanması gerektiğinin altını çizmekte fayda var.


[1] İrem Aydaş, Mert Moral, Yasemin Tosun (2022). “Türkiye’de Seçim Anketlerinin Toplam Anket Hatası Perspektifinden Bir İncelemesi”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 51, 87-111, https://dergipark.org.tr/tr/pub/pausbed/issue/72057/1119635

Birikim

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here