Ana Sayfa Haberler seyahatmasalları|Yedikule’den Samatya’ya tarihin ve yaşamın izinde

seyahatmasalları|Yedikule’den Samatya’ya tarihin ve yaşamın izinde

0
seyahatmasalları|Yedikule’den Samatya’ya tarihin ve yaşamın izinde

ETELGRAF HABER:

HÜRRİYET KONYAR/ 15.08.2021

Yedikule’den Samatya’ya kadar uzanan bölgede  Bizans arkeolojisinin izlerini takip ederek,  özellikle hala ayakta kalan  kilise ve manastırları görmek amacıyla Kazlıçeşme Marmaray tren istayonundan yürümeye başlıyoruz. Diğer yandan da  bölgedeki  yaşamları , yoksulluğu gözlemlemeyi, farklı kimlikleri ve  yaşamlara daha yakından bakmayı istiyoruz.

Kazlıçeşme Marmaray tren istasyonundan Yedikuleye doğru tarihi kara sur  duvarları Unesco dünya mirası listesinde bulunuyor. Sur duvarları tarihi değer taşımakla birlikte civarının değişime uğraması ne yazık ki bölgeyi Unesco miras listesine sokamıyor. Yedikule surlarında Bizans dönemine ait   şehre giriş kapısı olan Altın Kapı , restore edilen sur duvarları arasında kalıyor. Kapıya yakından bakmak şu an için olanaksız. Ancak  dikenli tellerin karşısından bakarak görüyoruz. Yedikule surları içinde harap olmasına karşılık anlaşılır bir şekilde halen duran bu kapı binyıldır İstanbul’un tarihini oluşturan en önemli eser. Uzaktan olsa da kapının izini görmeye çalışıyoruz. Altın kapının öyküsünü rehberimizden dinliyoruz. Doğrusu İstanbul için şanslı bir durumdayız. Hangi şehrin böyle bir binyıllık arkeolojiye sahip olduğunu bilmiyorum. Çok az olmalı diye düşündüm.

Yedikule Altın kapı

Yedikule surlarının Altınkapı arkeolojik yapısının  yanısıra yine tarih boyunca şehir  tarımının yapıldığı yer olarak tarihi Çukurbostan tarım bölgesinin de Unesco Dünya mirası listesinde yeraldığını söyleyelim. Burada çok büyük bir tarım yapılmamakla birlikte tarihten bu yana şehrin ihtiyacına yönelik tarım sürdürülmüş. Şimdi de uzun süredenberi bu bahçe tarımına yönelik engellemelere karşılık sürdürülen  mücadele ile devam ettiğini söyleyebiliriz.

Çukurbostan şehir tarımı

   Yedikule surlarını geçtikten sonra bu sefer eski demiryolu tren hattına geçip buradaki tarihe ve yaşamlara yaklaşmaya çalışıyoruz. Yedikule tren istasyonunun Osmanlı’nın son döneminde modernleşme çabaları ile kurulduğunu, Sultan Abdülaziz ‘in emriyle başlatıldığını biliyoruz. Alman mühendislerin burada yerleştirilmesi ile başlayan Yedikule’nin batılı yaşama açılması, gelen Alman  mühendis ve diğer çalışanlara yönelik  okul, kilise ve lojmanların kurulmasını sağlarken aynı zamanda burada daha modern batılı yeni bir hayatın başlamasını da ortaya çıkarmış.  Dönemin ortasınıf yaşam tarzı eğitimiyle , eğlencesiyle, çalışanıyla Yedikule 19. Yüzyıldan bu yana modern bir semt olarak akıllarda kalmış.

  Yedikule şimdilerde eski sahiplerinin semti terkettiği, eskiye dair  görünümü nedeniyle mahallelerde türk dizilerinin çekildiği ancak giderek daha fazla yoksullaşan bir semt görünümünde. Bu dönemin izlerini halen ayakta duran ama eski güzelliğini de arada gösteren ahşap , bir balkonu yıkılmış ama güzelliği hala yerinde olan evleri takip ederek anlamaya  çalışıyoruz.  Mahallede eskiden yaşıyan çok sayıda Rum nüfus varken şimdi bu sayı çok az kalmış. Mahallenin en renkli kişisi, Aygül takma türk adıyla bilinen yaşayan eski bir rum kızı Virginia. Rum kızı diyorum ama yaşı halen 68. Virginia bizi balkondan görünce hemen aşağıya iniyor. Üstünde kısa etekli Marilyn Monroe tarzı rüzgarda uçuşan bir elbise var. Özellikle uçuşturduğunu biliyoruz. Çok renkli, konuşkan ve sempatik durmadan kendini ve mahallesini anlatıyor. Eski mahalleleri , komşuluk ilişkilerini hiç durmadan anlatıyor. Sokak içinde şirin bir kahvehane molası bu eski hikayeleri dinlemek için iyi bir yer oluyor.

  Yedikule sur duvarları boyunca demiryolcuların lojmanlarını takip ederek, yavaş yavaş sahile doğru yolumuzu çeviriyoruz. Şimdilerde sahil yolu kenarında kalan Narlıkapı’daki Surp Hovhannes Ermeni kilisesinin yeni onarılmış hali yeni bir bina gibi gözükse de tarihi oldukça eski, 1800’li yıllara kadar inen bir tarihi var.  Önceleri şehirden uzak olması nedeniyle alt katı tımarhaneymiş üst katı ise kilise olarak kullanılıyormuş.  Şimdi ise artık akıl hastaları yok sadece kilise olarak hizmet veriyor. Bugün ise 15 Ağustos olduğu için  Hıristiyan inancına göre Meryem ananın göğe yükseliş tarihine geliyor ve bu tarih  üzüm yenerek kutlanıyor. Pazar günü olduğu için kilisede ilahi ve dualarla birlikte dini tören yapılıyordu. Üzüm yeme faslının daha geç olması nedeniyle törene katılamayıp kiliseden ayrılıp yürüyüş yolumuza devam ediyoruz.  

Surp Hovhannes Kilisesi

   Sahilin karşısındaki Yedikule balıkçı barınağına doğru yürüyoruz. Burada Marmara balıklarıyla ilgili bir su ürünleri müzesi bulunuyor. Müzenin İstanbul üniversitesinde iken buraya verildiğini ve Marmara denizindeki çeşitli balıkların formaldehit sıvısı içinde bozulmadan saklanarak kavanozlar içinde korunduğunu rehberimiz anlatıyor.  Müze küçük olmakla birlikte Marmara’ya ait türlü çeşit balıkları görmek için çok ideal ancak yine hemen söyleyelim ki burası da ilgililerin burası için gereken bakımsızlığı yapmamaları/yapamamaları  nedeniyle bir müddet sonra müzede kayıpların olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Ayrıca salgın nedeniyle de müzeye girmenin çok kolay olmadığını da belirtelim.

   Deniz ürünleri müzesinden çıkıp tekrar Yedikule surlarının içine girerek mahalle içinden Samatya’ya doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolumuzun üzerinde demiryolları yapılırken Katolik Hıristiyanlar için yapılmış ancak şimdi Süryani cemaati  tarafından kullanılan kiliseye giriyoruz. Süryanilerin Arami dilinde yazılmış dini kitabına, gösterişli olmayan kilise duvarlarında İsa’nın yoksulluğunu  vurgulayan ikonlara dikkatle bakmadan geçmiyoruz.  Çıkarken kilisenin demiryolları döneminden kalma tel örgülü çanının halen çalar durumda olduğunu da görüyoruz.

   Süryani kilisesinin ardından yolumuza devam ederek İmrahor’da Bizans döneminin en büyük manastırlarından biri olan Studios manastırına gidiyoruz. Manastır daha sonra camiiye çevrilerek adı İmrahor olmuş.  Ortahalli apartmanların arasından çıkıp yokuş yukarı çıkınca bir küçük şirin park çıkıyor. Apartmanlar arasında kalmış bir küçük çay bahçesi bir vaha gibi adeta. Arkamızda ise ünlü Studios manastırı (İmrahor Camii)  var. Bu manastırdan günümüze pek bir şey kalmamış olsa da binanın duvarları, pencere yerleri bize binayı hayal etmemize olanak tanıyor. Dönemin İstanbul kentinde Bizans manastırları içinde en ünlüsüymüş. İkonoların üretildiği, kendi üretimlerini gerçekleştirdikleri, başka manastırlardan gelip eğitimlerini aldıkları, dönemin en büyük kütüphanesine sahip ve çilekeş rahipleri ile gözümde manastırın içindeki gündelik hayatı canlandırmaya çalışıyorum. İçeriye girilmesi yasak. Zaten içeride de pek bir şey yok. Manastırdan günümüze pek bir şey kalmamış olsa da Osmanlı döneminin 19. Yüzyılın son yıllarına kadar yapı sağlam kalmış.

    Studios manastırını (İmrahor Camii)  geride bırakarak Samatya’ya doğru Mese caddesine çıkıp ilerliyoruz. Yolumuzun üzerinde yine başka bir kiliseyi görüyoruz. Bu, Konstantinos Helena kilisesi. Bu Rum Ortadoks  kilisesinin 19. Yüzyıla  tarihlendiğini öğreniyoruz. Çan kulesi, zarif bir şekilde daha sonra 1903 tarihinde yapılmış . Bu kiliseye ziyaretçi kabul edilmiyor biz de uzaktan bakıp yola devam ediyoruz.

Konstantinos Helena kilisesi

Yolumuza, Samatyalı balıkçılar için koruyucu olarak kabul edilen Ayios Nikolaos (Aziz Nicola adına yapılmış) kilisesi çıkıyor. Kilisenin dışardan kaba taşla çevrili duvarlarının içinde şirin mi şirin, içinde domates biber yetiştirilen güzel bir bahçesinin olduğunu görüyoruz. İçerisi Beşiktavan dedikleri ahşap bir bina. İkona duvarının üzerinde azizlerin resimleri ve hikayeleri, Hıristiyanlık inancının gerektirdiği semboller , işaretler duruyor. Yine içerde papanın oturduğu bir köşe taht, dini kitaptan okumaların yapıldığı Ambon denilen üst mekan v.s. var. Ahşap kilisenin eski kokusunu duyuyoruz. Kenarda duran sırça boyalı sobası ile az da olsa gelen cemaatine hizmet veriyor.

  Ayios Nikolas kilisesi, tarihte hemen aşağıda olan balıkçıların koruyucu kilisesi, denize açıldıklarında onlar için dua edilen yer olarak biliniyor. Yine yoksulların ve çocukların da koruyucusu bir kilise. Beton apartmanlar arasında yemyeşil ağaçlarıyla, sebze bahçesi ile duran bu şirin kiliseden çıkarak yeniden dar ara sokaklar arasından yürümeye devam ediyoruz. Samatya’daki bazı kilise görevlileri bazen kapıları açmakta tereddüt ediyorlar. Çeşitli korkuları var. Resim çekilmesini bazıları istemiyor.

  Samatya meydanına gelince, doğal halinin giderek kaybolduğunu söylemek gerek. Bir yandan artık tüm sokaklarda kullanılan renkli şemsiyelerin kullanılmasıyla  diğer yandan da  balıkçıların masalarının yayılmasıyla meydanın iyice ortadan kaybolduğunu görüyoruz.

Samatya meydanı

   Samatya, eski demiryolunun kenarında yıkılmak üzere olan yoksul evlerin sıralandığı ve evin önünde iplere renkli çamaşırların dizildiği, yıkık dökük pencerelerden göçmen çocukların baktığı kenar mahalleleri de bulunan bir göçmen semte dönüşmüş durumda. Meydanı korona öncesinde turistik bir haldeyken giderek turistlerin de çekilmesiyle ıssız bir duruma düşmüş. Restorantların kendilerini toparlamaya çalıştıkları da görülüyor.

Buradan sonra ilerlediğimiz sokaklarda Hristos Analıpsos kilisesi ve sonrasında Ayıos Yeoryıos Kıparıssas (selvili kilise) kiliselerin bazılarına girip kısaca bilgi aldıktan sonra resim çekmeden uzaklaşıyoruz.

Hristos Analipsos Kilisesi

   Samatyanın dar arka sokaklarına girince derin yoksullukla tanışıyoruz. Eve benzeyen çatma karton, teneke gibi malzemelerden yaptıkları barınakların arasından geçiyoruz. Teneke barınaklarda yaşayan ve yüzlerini göremediğimiz pekçok insan olduğunu anlıyoruz. Bazı evlerin çatısında taklacı güvercin yetiştirenlerin olduğu görülüyor.  

Yukarıya doğru sokak aralığından çıkınca karşımıza Mimar Sinan’ın 1547’de yaptırdığı Kapıağası Yakup Ağa hamamı çıkıyor. Mülkiyeti özel şahısa ait olan bu hamam şimdilerde satışa çıkarılmış durumda. Hamamı geçip biraz daha ilerledikten sonra Ermenilerin oldukça yoğun olduğu bir diğer mahalleye geçiyoruz. Burada ermeni esnafa ait çeşitli dükkan ve kiliseler karşımıza çıkıyor. Bunlar içinde diğer adı Sulu Manastır olan ve  eski bir Bizans kilisesi ve manastırını görüyoruz. İstanbul’un fethedilmesinin ardından burası ermeni nüfusuna verilmiş ve ilk ermeni patrikhanesi olarak işlev görmüş. Patrikhanenin yanında ermeni Sahakyan Nunyan ilk, orta ve lise öğrenimi veren bir özel okul da bulunuyor.

Sulu Manastır / Ermeni Surp Kevork Kilisesi

  Ermenilerin yaşadığı bu bölgede bir de Abdi çelebi camisinin görüyoruz. Camiinin diğer bir adı da, ‘yedim İçtim’ ‘sanki yedim’ diye de biliniyor. Buraya gelenler yedikleri yemeğin bir kısmını camiiye yardım için ayırıyormuş bu yardımlar camiinin yapılmasını sağlamış. ‘sanki yedim’ lafı da böyle çıkmış.

Abdi Çelebi camii bilgisi

   Kilise ve camiinin karşısında küçücük bir dükkanın önüne eski kitaplarını koymuş bir sahaf duruyor. Sahafın gözleri de görmüyor. Tabii bu oldukça önemli dayanışma ruhunu harekete geçirip kendimizi sahafın yanında buluyoruz. Hangi kitap ilgimizi çekecek diye bakarken, içerisinin o kadar dar ve kitaplardan sıkışık olmasına rağmen girip şansıma bir ermeni bir yazarın  İstanbul hayatını anlatan eski bir kitabına rastlıyorum. Kitabın adı, İstanbul’da Gündelik hayat, yazarı, Levon Panos Dabağyan .

Sahaf

   Buradan çıkarak biraz ilerleyince,  adı Gastrion olan eski bir Bizans manastırı olan  şimdi ise, Sancaktar Hayreddin Camiisinin önüne geliyoruz. İstanbul’un fethedilmesinden sonra burası bir mescide çevrilmiş ve II. Mehmet’in sancaktarı olan Hayreddin paşa öldükten sonra buraya defnedilmiş.

Sancaktar Hayreddin Camiisi/ Gastrion Manastırı

Samatya semti, son zamanlarda özellikle Doğu’dan yoğun göç alan semtlerden biri durumunda, ayrıca semtte Afrika gibi uzak ülkelerden gelen göçmenler de yaşıyor. Bu nedenle burada etnik kökenli esnafın da olduğunu söyleyelim. Ağız tadımıza uygun bir Hatay tatlıcısını da tavsiye etmeden geçmeyeceğim. İkizler Hatay tatlıcı dükkanı şeker oranı oldukça düşük lezzetli tatlıları olan bir dükkan. 

Yolumuzun son durakları içinde, ünlü Arkadius sütünü bulunuyor. Bu taşa avrat taşı da denilmiş. Tarihte Roma döneminde Gotların isyanının bastırılmasını simgeleyen bir sütun olarak biliniyor. oluyor.  Bir zafer sütunu olan bu sütun iki binanın arasında sıkışmış bir taş gibi duruyor. Uzunluğu yaklaşık 47 metre imiş, üzerinde durduğu kaide ise, 11 metre yüksekliğindeymiş ancak sütunun devrilmesinden ve etrafa zarar vermesinden korkulduğu için kaidesi bırakılmış gerisi yıktırılmış. Bu anıtın Roma döneminden günümüze dek bir tarih anlatmasını, tarihten gelen bir göktaşı gibi hayal ediyorum.  Bize yüzyıllar öncesinin bir tarihini anlatıyor.

Arkadius Sütunu

  Buradan çıkıp biraz ilerde bir başka tarihe kafamızı çeviriyoruz. Bu Bulgur palas olarak biliniyor. Osmanlı askeri ve milletvekili olan Mehmet Habip Bey tarafından İtalyan bir Mimar Mongeri’ye 1912 ‘de yaptırılmış olan bu bina , daha sonraları  ailenin borçları nedeniyle Osmanlı Bankasına devredilmiş. Daha sonra da İstanbul Belediyesine geçiyor. Şu an boş duran binanın ne yapılacağı henüz belli değil.

Bulgur Palas

  Böylece Yedikuleden başlayarak samatya oradan Haseki ve Yenikapı’da sona eren yürüşümüz, içinden geçtiğimiz sokak ve caddelerin üzerinde bulunan Bizans arkeolojisine, Roma dönemine, Osmanlı’ya ait olan ve son olarak da Türkiye Cumhuriyeti dönemini kapsayan bir tarihi kapsıyor. Şimdilerde karşımıza çıkan yüzü ise, yoksul bir semt olması. İçinde zengin bir tarihi olan yoksul bir semte olan ilginin de her geçen gün arttığını da söylemek gerekiyor.

#1001 İstanbul Turu

# Rehber Hüseyin Avni Özkan

hurriyetkonyar tarafından yayımlandı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here