Ana Sayfa Haberler Siyaset,devlet , mafya operasyonları devam edecek

Siyaset,devlet , mafya operasyonları devam edecek

0
Siyaset,devlet , mafya operasyonları  devam edecek

Başta “Demir Yumruk Operasyonu” olmak son zamanlarda sıklaşan mafya operasyonları ile görüştüğümüz araştırmacı yazar Bahadır Özgür’e göre “Devlet, siyaset, ticaret, mafya ilişkilerinin sökün ettiği, yani irinlerin patladığı dönemler hep siyasal, iktisadi kriz dönemleridir. Çünkü kriz dönemlerinde bölüşüm ilişkileri tepetaklak olur. Dolayısıyla paylaşım savaşı kızışır. O savaşlar kızıştığı için biz çete operasyonlarını görmeye başlıyoruz.”

Türkiye’de son yıllarda yeniden iktidarın etrafında dönen mafya operasyonları gündemi belirlemeye başladı. Sedat Peker’in ardı arkası kesilmeyen ifşaları, Kolombiya’dan Türkiye’ye gelirken yakalanan uyuşturucu yüklü gemiler, Kıbrıs’taki kumarhanelerin ve uyuşturucu trafiğinin merkezindeki Halil Faryalı’nın öldürülmesi, eski Susurluk çetesinin üyelerinin çökme operasyonları… Şimdi de yine Susurluk’un önde isimlerinden Erol Evcil’in, “ülkücü mafya” olarak bilinen Hüseyin Eryılmaz’ın olduğu demir çelik sektöründeki çökme, yolsuzluk ve naylon fatura operasyonları gündeme geldi.

Yaşanan operasyonları, şirketlerin suç bağlantıları üzerine yazılarıyla tanıdığımız Bahadır Özgür ile değerlendirdik.

“Demir Yumruk”tan başlayalım. Senin de dikkat çektiğin gibi “Susurluk Kazası” ile su yüzüne çıkan isimler tekrar sahnede. Daha doğrusu sahneden hiç inmemişler… Bu operasyonun önemi ve şimdi yapılıyor olmasının anlamı nedir?

“Demir yumruk operasyonu” demir çelik sektörüne yönelik bir operasyon. Tek bir dosya gibi görünüyor ama üç farklı olay var. Biri mafya çete grupları dediğimiz, Susurluk’ta tanık olduğumuz suç örgütü yapılarının iki tanesinin hem birbirleri arasındaki rekabet hem de aslında çelik demir çelik fabrikalarına çökme faaliyetleri. İkincisi bu şirketler, yani bu fabrikalar vergi ödemiyorlar, işçi ücretlerini ödemiyorlar, SSK primleri ödemiyorlar, hatta üretim yapmıyorlar. Hatta şöyle söyleyeyim, elektrik faturalarını yıllardır ödemedikleri halde elektrikleri kesilmiyor. Çünkü dağıtım firmalarını tehdit ediyorlar. Ayrıca bu firmalardan mal almış başka küçük işletmelerin ya da tüccarların şikâyetleri var. Yani ya mal teslim edilmiyor, ya para ödenmiyor. Yani böyle iki tane suç. Üçüncüsü ise naylon fatura. Naylon fatura üzerinden devletin -açıklanan yirmi beş milyar lira ama çok daha fazlası olduğu düşünülüyor- zarar ettirilmesi. Birkaç gerçek ve onların etrafında örülü paravan şirketler ağıyla bir naylon fatura meselesi var. Hemen burada şunu da belirteyim, demir çelikte naylon fatura olması çok zordur. Ama dosyada öğrendiğimiz kadarıyla 6-7 yıldır bütün sektörü kaplayan bir naylon fatura işi var.

Bu üç suç/olay üç farklı grupta yoğunlaşmış. Birisi bizim Susurluk zamanından beri tanıdığımız, Nesim Malki cinayeti ile birlikte gündeme gelmiş Erol Evcil’in başında olduğu grup. Bu grubun İzmir, Sivas, İskenderun’da demir çelik fabrikalarına farklı yollardan çöktüğü iddiası var. Diğeri Eryılmazlar Metal grubu; Yozgat, Kayseri ve özel olarak da İskenderun’daki çelik fabrikaların sahibi. Bunların da başka türlü suç faaliyetlerine karıştığı iddiası var ki bu grup “ülkücü mafya” olarak bilinir. Üçüncüsü ise DETAŞ Grubu. Türkiye’nin ilk beş yüz şirketi arasına girmiş, çok büyük üretim kapasitesi olan bir demir çelik şirketi. 1979’larda kurulmuş. Aynı zamanda yenilenebilir enerji alanında HES ve GES santralleri olan, Ankara’da da birkaç kule dikmiş bir inşaat şirketine sahip bir grup. Bu şirketin sahiplerine yöneltilen suçlama da naylon fatura. Yani paravan şirketleri naylon fatura kesiyor.

Şimdi burada asıl sorun şu. Biz bu dosyadaki geçen iddiaları aslında yirmi yıldır biliyoruz. Pek çok kez yazıldı. Hatta bizim bilmemiz bir tarafa, devletin, emniyet istihbaratının raporunda da var ve bu fabrikalarla ilgili pek çok dava da açılmış. Yani eski sahipleri, başka hissedarlar, bunlarla iş yapmış kişiler, işçiler, iş davaları da var. Sivas Demir Çelik ise Evcil’in sahibi olduğu Sivas Demir Çelik Fabrikası işçileri 2015’ten bu yana eylem yapıyorlar. TBMM’ye gidiyor işçiler hakları için, ama kimse aldırmıyor. Dolayısıyla burada bilinmeyen bir şey yok.

En azından Devlet nezdinde bilinmeyen bir şey yok.

Şöyle bakalım, Evcil, Susurluk’tan bu yana kesintisiz hem bu faaliyetleri yürütüyor, hem kesintisiz yargılanıyor aslında. Yani yargılanmış, kapanmış davalar değil. Nesim Malki’nin cinayetinden yargılandı, ceza aldı. 2004’te de kara para davası görüldü. O kara para davasıyla bağlantılı olarak bu demir çelik davaları da açıldı. Onlardan da yargılama sürüyordu.

Dolayısıyla şu soruyu sormamız lazım, 20 yıldır dokunulmuyor da şimdi niye dokunuyor?

Bu operasyonun konusu olan demir çelik şirketlerine baktığımız zaman toplam kapasiteleri 4 milyon ton. Türkiye’nin üretimini 40 milyon ton. Yani sektörün yüzde onu çete, mafya ve naylon faturacıların eline geçmiş demek. Bu çok büyük bir şey. Yani suç ekonomisi legal ekonominin içine çok büyük oranda yerleşmiş. Bir kere bu bir rahatsızlık yaratmıştır. Yani bu işin bir yönü. İkincisi, geçmişteki benzer operasyonlardan biliyoruz ki, bu tür operasyonlar, iktisadi bir sıkışmışlık döneminde bir hesaplaşmak, belli bir grubun diğer güç odağını tasfiye etmek için yapılan işlerdir. Yani yasadışılığı, mafyayı engellemek, adaleti sağlamak gibi bir gaye yoktur. Kesinlikle paylaşım savaşı olduğunu belirtmek lazım.

Hatırlayanlar vardır, Erol Evcil’in azmettirici olarak ceza aldığı 1995’te Nesim Malki öldürdüğü olayla ilgili o dönem başbakan olan Mesut Yılmaz “700 trilyon lira bir gecede el değiştirdi” açıklaması yapmıştı. Hem mafya grupları içinde hem bunlarla bağlantılı, sermaye ve siyasi çıkar odakları arasında bir çatışma, bir paylaşım, birbirinin servet ve mülkiyetine çökmeye dönük operasyonlardır bunlar.

Şimdi senin de dikkat çektiğin gibi bu dönemde ismi geçen Erol Evcil, Alaattin Çakıcı, Korkut Eken, Mehmet Ağar gibi isimlerin hepsi Susurluk döneminin isimleri. Süleyman Demirel Susurluk operasyonları için “Devlet bağırsaklarını temizliyor” demişti. İşler olduğu gibi devam mı etmiş yoksa AKP’nin temsil ettiği sermaye birikim modelinin ve iktidarının tökezlemesiyle bir ilişkisi var mı bu gelişmelerin?

Susurluk dediğimiz şey bir süreçti. Yani Türkiye’nin özelikle 80’lerden başlayıp 2000’lere kadar süren toplumsal, siyasal, iktisadi gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Susurluk diye adını koyduğumuz vakaları tanımlarken biz mafya, siyaset, sermaye üçgeni diyoruz. Hatta biz buna -şimdi unutuldu ama- kontrgerillayı da katıyorduk. Nedeni de 90’lardaki faili meçhul cinayetler. Kürt illerindeki, Kürt siyasetçilere yönelik suikastlar. Uğur Mumcu ile Musa Anter aynı süreçte öldürüldü. İki farklı dünya görüşünü temsil eden iki aydın aynı dönemde öldürüldü. Bir de bu ayağı vardı.

Türkiye’nin 80’den sonraki ihracata dayalı ekonomik büyüme modeli gereği kamu kaynaklarını özelleştiren, yağmalayan, tasfiye eden, daha fazla dışa bağımlı hale getiren bir sürece girdi. Bu modelin sürdürülebilmesi için tıpkı bugün olduğu gibi bol para lazımdı ve bunun için de deyim yerindeyse ülkenin kapısı, penceresi her türlü sermaye girişine açıldı. Mesela Özal döneminde biz neyi gördük, hayali ihracatçı gördük, turizmci diye ortaya çıkan iş adamlarının 1980 öncesinin silah, uyuşturucu, altın kaçakçısı olduğunu gördük. Antalya’nın parsel yağmasının ve aynı zamanda mafyanın üssü haline gelmesinin, yani turizmle kara para ve çetenin hep bir arada anılması nedeni budur aslında. Yani o sektör neredeyse mafyatik birikimin legalleştirildiği bir alan olarak yükseldi. O dönem muhalefette olan SHP’nin Meclis’teki bir tartışması vardır; “siz ülkeyi suç ekonomisine çevirdiniz” diye. ANAP’lıların yanıtı da şuydu: “Elli milyar dolarlık bir para havuzu vardı, Türkiye’den gitmiş, kaçırılmış, biz bunu çekmek istiyoruz, siz de bunu engellediniz.” Yani suçlu suçsuz ayırmadan parayı çekelim diyor. Para gelsin, ekonomi büyüsün, siyaset finanse edilsin ve iktidar sürsün. Aslında mesele bu.

Mafya-siyaset-sermaye ilişkilerindeki gelişmelerin açığa çıktığı üç tane cinayet var. Mafya ayağını temsil eden cinayet Ömer Lütfü Topal cinayetidir. Ömer Lütfü Topal kumarhaneler kralı olarak anılır ama onun yarattığı sistem bir para aklama sistemiydi. Yani bütün bu kaynaklardan gelen paranın aynı zamanda sisteme sokulduğu ve paylaştırıldığı bir sistem. Dolayısıyla Topal cinayeti aslında mafyatik gruplar arasındaki bu para havuzlarını paylaşma savaşının nihai aşaması gibi görülmesi lazım.

Mafya-siyaset-sermaye üçgeninin bürokrasi ayağında 80’lerden itibaren neler olup bittiğini ise birinci MİT raporunda görmüştük. Mehmet Eymür’ün, suç ekonomisinin yarattığı karları paylaşma konusunda devlet bürokrasisi içinde bir kutuplaşmanın, ekiplerin oluştuğunu yazdığı rapor. Devletin kilit makamlarına kimin geleceği, aslında ülkedeki bu para havuzlarını hangi grupların yöneteceği ile bir tartışmadır.

Bürokrasideki rekabet ve çatışmaları temsil eden cinayet de Tarık Ümit cinayetidir. Ümit cinayeti –diğer üç cinayet de böyledir- aslında devletin silahlı bürokrasi, yani istihbarat, emniyet ve asker ayağındaki bu güç savaşının bir sonucudur. Çünkü Tarık Ümit MİT elemanı idi ve Mehmet Eymür’e yakın olduğu iddia ediliyordu. Mehmet Eymür, daha sonra Tarık Ümit’i öldüren ekibi deşifre etti. Susurluk raporuyla deşifre ettiği kesim de emniyet içindeki özel harekâtçılardan oluşmuş ekipti.

Bütün bunların sermaye ve siyasetle bağlantısını gördüğümüz cinayet ise Nesim Malki cinayetidir. Çünkü bir başbakan, bir hükümete uzanmış bir cinayettir. Mesut Yılmaz’ın Erol Evcil üzerinden Alaattin Çakıcı ile görüştüğü ortaya çıktı ve hükümet düştü.

90’larda mafya-siyaset-sermaye ağı hangi temelde kuruldu?

Finansal serbestleşme. Önüne gelenin banka kurmasının önü açıldı. Herkes banka kurdu, sonra ortaya çıktı ki bunların bir kısmı zaten suç örgütüyle ilişkili. Bir kısmı sermayesi olmadığı halde kurmuş, içini soymuş. Hani banka boşaltmaları hatırlayalım. İktidar bono, tahvil gibi borçlanma enstrümanlarını çoğalttı.

Mesela Sümerbank’tan, Etibank’tan başlayarak çok önemli değerlerin özelleştirmelere açıldığı dönem. Uzan gibi 200 300’e yakın şirketin yarısından fazlasını özelleştirmeden almış yeni sermaye grupları çıktı. Korkmaz Yiğit’in Türkbank ihalesi alma hikâyesinden öğrendik ki, Çakıcı ile Evcil ile yürütülen bir tehdit operasyonu var. Türkbank’a TMSF el koymuştu ve 98’de satışa çıktı. İhaleye Koç, Sabancı, Bayındır gibi büyük holdingler de giriyor ve bunlar çekilmek zorunda kalıyor. Kimisini tehditle, kimisini uyararak, kimisini siyasi gücü kullanarak, kimisini kasetler, ses kayıtları ile şantajla el çektiriyor ve bu ihale Korkmaz Yiğit’e kalıyor. POAŞ ihalesi Hayyam Garipoğlu’na gitmişti. Garipoğlu, Sedat Peker’e yakın biri olarak bilinirdi. Yani hepsinin arkasında bir mafya grubu çıkıyor.

Yani siyaset, ticaret, mafya iç içe geçmiş ve Türkiye açık ekonomisi, legal ekonomisi dediğimiz alanda hâkimiyet kurmuş. 90’ların sonuna doğru Türkiye’nin finansal sistemi tehdit eder hale gelmiş. Türkiye’de büyük sermaye dediğimiz sermayedarların dahi baş edemediği, bu paylaşım savaşında pay alamamaya başladıkları bir dönem. Büyük sermayedarlar bu özelleştirmelerden, bu işlerden pay alamıyor.

İşte bu aşamadan sonra yine mafya, yolsuzluk operasyonları oldu. Bu operasyonların merkezinde hortumlanan bankalar vardı. Bankalara el konuldu, sahipleri değiştirildi. Onlarla bağlantılı mafyatik yapıların da cezaevine atıldığı bir dönem. 98’de Çakıcı, Peker, Evcil, o dönem kimin ismi geçiyorsa cezaevine girdi ama AKP zamanı hepsi tekrar çıkmaya başladılar.

Hani “Susurluk bitti mi?” sorusunun yanıtı şu olmalı: Bu kadar yaşanan şeyden sonra Kamu zararı giderildi mi? Giderilmedi. Bu ilişkiler sayesinde zenginleşenler açığa çıkarılıp yargılandı mı, servetlerine el konuldu mu, hayır. Bunlardan yararlanan siyasetçiler ortaya çıktı mı? Çıkmadı. Demek ki Susurluk kapatılmadı. Susurluk’ta sadece büyük sermayeyi, finansal sistemi tehdit eden kısım bıçakla kesilip atıldı. Uzan’dan el konulan TÜPRAŞ’ı Koç aldı. Yani 2004-2006 arasında Türkiye’deki büyük para havuzlarının, kamu kaynaklarının sermaye grupları arasında devlet eliyle paylaştırıldığı, dağıldığı muntazam bir ekonomik döneme geçildi. Mafya elinden şirketlere geçti ve aslında başka bir şekilde sürdü. Mafyaya dayanarak pay kapan sermaye grupları ayıklandı.

Ondan sonra ne oldu? Yani 2010’dan sonra niye tekrardan çıktılar?

Devlet, siyaset, ticaret, mafya ilişkilerinin sökün ettiği, yani irinlerin patladığı dönemler hep toplumsal, siyasal, iktisadi kriz dönemleridir. Çünkü kriz dönemlerinde bölüşüm ilişkileri tepetaklak olur, yani toplumun büyük bir kesimi yoksullaşırken, çok az bir kesimi zenginleştiği için bir istikrarsızlık dönemi çıkar. Dolayısıyla paylaşım savaşı kızışır aslında. İşte o dönemlerde aslında o savaşlar kızıştığı için biz çete operasyonlarını görmeye başlıyoruz. 80’de oluşan sistemin sonuçlarını biz 89 krizinde gördük. 90’larda yaşananları biz 98 krizinde gördük. 2000’lerde yaşanan değişimi biz 2010’dan sonra görmeye başladık.

Siyasal olarak zor duruma girdiği, iktisadi olarak da dünyada o bol para döneminin kapandığında İktidar, ayakta kalabilmek ve rejimini finanse edebilmek için başka güçlerle ittifak yapmak zorunda kaldı. Bundan sadece MHP ittifakını kastetmiyorum, aynı zamanda Türkiye’ye kara para getirebilecek, yerel ve uluslararası pek çok güçle iş birliği yapmaya başladı. Bütçeye giren bir sürü kaynağı belirsiz paralar meselesi yani. Bu kadar çok “varlık barışı” ilan edilmesinin nedeni bu. 2010’dan sonra birden bire Sedat Pekerleri, Çakıcıları, işte son yakın zamanda Kürşat Yılmazları, Evcilleri görmemizin nedeni yeni iktisadi ve siyasi sistemin, mekanizmanın bir parçası olarak, tekrardan bu organizmaları harekete geçirilmiş olmalarıdır.

Burada bir şey dikkat çekiyor. Konuştuğumuz konu ile Kürt sorununun iki düzeyde de bağı var görünüyor. Birincisi konuştuğumuz isimlerin devletin Kürt siyasi hareketine karşı giriştiği cinayet, işkence, gözaltında kayıplar gibi olayların özneleri. Ve bunların adeta kahraman gibi arzı endam ettikleri dönemler de Kürt sorununda şiddet politikalarının devreye sokulduğu dönemler.

Çok doğru. Ben biraz önce dönemleştirirken eksik bıraktığım ama başta söylediğim kontrgerilla ayağı tam da buradan kuruluyor. Şöyle bakalım. Özal’ın iktidarının sonlarına doğru bir Kürt meselesi gündeme getiriyor. Yani başından beri kafasında bir çözüm vardı da bu yüzden Kürt meselesini açmadı. Hayır, iktidarını sürdürebilmek için, meşruiyetinin devam ettirebilmek için. Sonuçta gördü ki, Kürt sorununa bir şekilde, bir kapı açmadan, Kürt seçmenin rızasını kazanmadan iktidar sürmeyecek. Ve bir manevra yaptı. 88’de, hem Özal’a yönelik bir takım suikast girişimlerini, hem de bu mafyatik ilişkinin ortaya çıkmasını bununla bir arada düşünmek lazım.

Özal’dan sonra 1991’de DYP-SHP hükümeti kuruldu. Bu hükümetin en büyük vaadi AB üyelik hedefine uygun yeni bir anayasa yapmaktı. SHP listelerinden Kürt siyasi hareketinden milletvekillerinin seçilmiş olması, koalisyonda Kürt siyasi hareketinin de katıldığı anlamına geliyordu. Fakat zaten işler de tam bu noktada değişti. Bir yıl sonra cinayetler, katliamlar, Madımak olayı, Kürt işadamlarının öldürülmesi, OHAL uygulamalarının başladığı bir dönem başladı. 93’te Demirel’in cumhurbaşkanı olması, Çiller’in partinin başına geçmesiyle birlikte DYP’nin merkezinde olduğu, Karayalçın’ın liderliğindeki SHP’nin de ortağı olduğu yeni bir savaş konsepti başlatıldı. Bu savaş konseptinin yürütücüleri de özel harekat timleri idi. Özel harekat timleri kurularak, bunlara korucular entegre edilerek “düşük yoğunluklu savaş” başlatıldı. Bunlar Kürt coğrafyasında bir kontra faaliyeti yürüttü.

Bu savaş konseptinin hayata geçirilmesi için finansman nasıl sağlandı? Milyarlarca dolarlık bir finansmandan bahsediyoruz ki Susurluk’un hiç aydınlatılmamış ayaklarından birisi budur. Ağar zamanında “bin operasyon yaptık, açıklayamam” dediğinde bu finansmanın kaynağını da açıklayamam demişti. Ama Çiller’in “Uyuşturucu parasını biz kullanmadık, teröre karşı mücadelenin finansmanında kullandık” imalı açıklamaları olmuştu.

Dolayısıyla bu mafya-siyaset-sermaye ilişkilerini anlamak için Kürt sorunu ihmal etmemek lazım. Türkiye’de yakın zamanda yaşadığımız, niteliği tartışılabilir ama “çözüm süreci”nden birden bire Türkiye’nin şiddet ve güvenlikçi politikalara dönmesiyle mafyatik yapıların tekrar ortaya çıkması arasında bir paralellik var.

Çakıcı-Peker kavgası nedir? Yani bu iki mafya grubu arasındaki bir kavga olarak görmek basite kaçmak olmaz mı? Yani Peker de Çakıcı da iktidar katında dostları var. Peker beceremedi mi bazı işleri de Çakıcı çıkarılarak iş başı yaptırıldı?

Peker’in cezaevine atılması 1998’de MGK’da alınan karar sonrası yapılan mafya operasyonları ile oldu. Bildiğimiz bütün mafya liderleri bir şekilde içeri atılıyor. Çakıcı’dan, Sedat Peker’e kadar. Bunların içinden en erken çıkan Sedat Peker oldu. Çok kısa bir sürede çıkmasını avantaja dönüştürdü. Para işlerini ve anlaşmazlıkları nasıl çözdüğünü videolarında anlatıyor, siyasilerin ihtiyacını karşıladı ve çok güçlendi. Bu boşluktan yararlandı.

Ama MHP iktidara girdiği zaman, kendisine bağlı mafya gruplarını, çeteleri dışarı çıkartmak için biliyorsunuz af getirdi. Çakıcı çıktı, Kürşat Yılmaz çıktı, pek çok kişi tahliye oldu. Şimdi bunlar dışarı çıktığı zaman ortadaki paylaşım savaşına müdahil olmaya başladılar. 2020’de Yalıkavak’ta bir fotoğraf gördük. Susurluk fotoğrafı. Korkut Eken, Engin Alan, Mehmet Ağar ve Alaattin Çakıcı. Şimdi bu fotoğrafta kim eksik? Sedat Peker eksik. Bütün dönemin en güçlü insanı dediğimiz kişi yok. Üstelik fotoğrafın çekildiği yer Mansimov’un marinası ve Peker de Mansimov’un yakın arkadaşı idi. Ve kendi marinasında hem Mansimov yok hem Peker yok. Bu artık tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi bir paylaşım savaşının başladığını gösteriyor.

Bütün bunlarla birlikte değerlendirildiğinde Sedat Peker kendine de bir operasyon yapılacağını anladı ve yurt dışına çıktı. Ve kendisini tasfiye eden güçlere işaret ederek de onun siyasi arka planında yer alan insanlara karşı da tehdit ve şantaj yoluyla mücadele başlattı. Burada Peker’in direk Çakıcı’ya bir söz etmemesi önemli değil. Mesut Yılmaz kaseti aynı zamanda Çakıcı’yı, Evcil’i işaret ediyor. Çünkü Mesut Yılmaz’ın ilişki ağında Çakıcı ve Evcil de var.

Peki, bu “çökme yoluyla sermaye birikim süreci, Türk ekonomisinde, siyasal yaşamında yapısal bir şey mi? Bize mahsus bir şey mi? Bunlar sistemde arızi durum mu yoksa zaten sistem ancak bunlar sayesinde mi dönüyor?

Çok detaya giremeyiz ama pek çok Marksist iktisatçı hep söyler. Türkiye kapitalizminde sermaye birikiminin en büyük özelliği ilkel birikim özelliğidir. İlkel birikim, bizde revaçta olduğu gibi bir çökme ekonomisidir. Genel olarak sermaye birikimi, az katma değerli faaliyetlerden çok katma değerli sektörlere doğru büyüme olarak anlatılır. Mesela inşaattan bir sermaye biriktirir. Sonra yavaş yavaş teknoloji yoğun rekabetçi sektörlere aktararak büyür. Sanki Türkiye sermayesi böyle büyümüş gibi gösterilir. Oysa gerçek süreç ya kamu kaynaklarına ya başka grupların mal varlıklarına çökme yoluyla başlar ve öyle de devam eder. İttihat Terakki zamanından başlayarak Rum ve Ermeni vatandaşların mallarına çökmelerle -ilk çökmeler bunlardır- yerli ve milli Sünni Türk sermayedarlar yaratma ideali Cumhuriyet’te de devlet ihaleleri yoluyla kamu kaynaklarına çökerek devam etmiştir. Mesela Koç, Sabancı gibi grupların ilk sermaye birikimlerini Rum, Ermeni mallarına çökmeleri ve devletten ihale alarak yaptıkları biliniyor.

Cumhuriyeti kuruluşundan beri devlet, özel sermaye birikimini de yönlendiren ve güçlendiren bir rolle birlikte hareket etti. Cumhuriyet’te ilk sermaye birikim modeli finans kapitaldir aslında. Yani bankayı kurarsınız, etrafına sanayi veya işte tarımsal işletmeleri kurarsınız. Mesela Etibank kurarsınız etrafına madenciliği örersiniz. Ziraat Bankasının etrafına tarımı vb. O yüzden de bütün bunların içinde çökme her daim olur. Bu çökme bazen başkasının malıdır. 1915 Ermeni Tehciri, 6-7 Eylül… Bazen bireysel ve mafyanın direkt girdiği işler var. Bazen de devletin organize ettiği şekilde var.

Başka çökme biçimleri de var. Belli dönemlerde iktidardaki partiye yakın sermaye gruplarının yükselişi vardır. Sonra o iktidar düşerken yeni yükselen siyasi güçlere entegre olmuş sermaye grupları onların malına çöker. TMSF eliyle, BDDK eliyle bankaların, fabrikaların, iş yerlerinin 2000’lerde yeni sermaye gruplarına dağıtılması. Mesela Yapı Kredi Bankası, Karamehmet’indi, Koç’a geçti. Bir çökme biçimi de kamu malının, kamu birikiminin dağıtılması. Bunu nasıl gördük? 90’lardan başlayan özelleştirmeyle gördük. AKP zamanında ise bir de buna kamu ihaleleri eklendi. Sonra “acele kamulaştırma”lar. Yani siyasi iktidar istediği kamu kaynağını istediği gruba istediği şekilde yönlendirebiliyor.

Hitler faşizminin yükselişini anlatırken Bertolt Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi diye bir oyunu var. Orada sebze piyasasını ele geçirmek için yeni bir grup sermayedar bir mafya babasıyla anlaşır, diğer sebze satıcıları tehdit eder, hatta belediye ihalelerinin bunlara gitmemesini sağlamak için belediye başkanı tehdit etmeye başlar ve o sermaye grubuyla mafyatik güç bir araya gelir, birleşir ve faşizme dönüşür. Dolayısıyla sadece Türkiye’ye özgü değildir bu. Başka ayakları, başka mekanizmalarla daha inceltilmiş araçlarla, üzere ideolojik ve kültürel perdelerle örtülmüş mekanizmalarla kapitalizmin bir özelliği olarak işler bu ve bunun sonucunda hep otoriter rejimlere doğru yol olur yani.

Siyaset, sermaye ve mafya ilişkilerinin AKP dönemindeki seyri nasıl gelişti?

Mafya ya da suç örgütünün aslında varoluş koşulu piyasa koşullarıdır. Yani piyasa rekabeti, piyasa işleyişi olmadan suç örgütü, bizim anladığımız anlamda mafya olmaz. İkincisi, mafya hiçbir zaman sermayeden güçlü olamaz ancak onunla birlikte güçlenebilir. Onunla birlikte hareket eder bir yere kadar. Çünkü bunlar piyasa mekanizmasını hızlandıran unsurlardır. Bir ormanlık alanı, yağmalamak istiyor sermaye. Ama orası yasal koruma altında. Ne yapmak lazım? Hızlandırmak istiyor, turizme, madene açmak istiyor. Yasalarla gitse, bir sürü yasa var, yönetmelik var, prosedürü var, bürokrasi var ve bu zaman kaybına neden oluyor. Yakacak insan lazım orayı. Yakacak insan da mafyadır. Yani dolayısıyla piyasa bir yeri metalaştırmak için işleri hızlandırmak istiyorsa, mafya burada hızlandırıcı olarak devreye girer ve payını alır.

AKP dönemi kurumsal yolsuzluk dönemidir. Yani daha önce yolsuzluk mevcut yasaların biraz etrafından dolaşılarak, gizli saklı olarak yapılırdı. Yolsuzluklarla yapılan servet aktarımları, çökmeler AKP döneminde yasal düzenlemelerle yapılmaya başlandı. Örneğin önce Kamu İhale Yasası değiştirildi sonra milyarlarca dolarlık ihale istediklerine verilebildi. Önce çevre, orman, maden, mera yasası değiştiriliyor, sonra paylaşım başlıyor.

Yolsuzluk yasal bir meşruiyete kavuştuğu zaman bütün devlet mekanizması bürokrasiyle birlikte çürümeye başlar. Çünkü bürokrasi artık öyle işler. Yasaya dayanarak kaynak dağıtıyor, kendini meşru görüyor, yasal görüyor. Ondan pay almayı da yasal görüyor artık. Çekinmemeleri, korkmamaları bundan. Yasalarla bir norm haline getiriliyor yolsuzluk. Dolayısıyla devlet mekanizması, devletin bütün unsurları, mevcut kaynağı dağıtmak, sürekli rant yaratıp onu dağıtmak gibi bir pozisyona geliyor. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” lafı Cumhuriyet tarih boyunca kimseye söylenmemiştir.

Şimdi de çok ciddi bir ekonomik, siyasî kriz var ve sürekli yeni ekonomik modeller devreye sokulduğu halde çözümlenemiyor. Önümüzdeki günlerde yeni operasyonlar, yeni çökme olayları, hatta belki bu gruplar arasında daha ciddi çatışmaları da beklemek gerekiyor o zaman?

Çok doğru. Bu tür ilişki ağların çözüldüğü ve gözümüzün önüne geldiği zamanlar bahsettiğim iktisadi ve siyasi krizlerin yaşandığı anlardır. Kredi mekanizmasıyla sahte bir refah yarattınız. Şimdi bu çöktü. Başkanlık rejimin en önemli özelliklerinden birisi, bol para olduğu zaman yürütülebilir bir sistem olmasıdır. AKP de bu parayı bulmak için her yolu deniyor. Bu yolların bir kısmı da suç ekonomisinin gelirleridir ve dünyadaki gelirleri çekmeye çalışıyor. Kolombiya’dan bu kadar uyuşturucu bu yüzden Türkiye geliyor.

Türkiye bir seçime gidiyor. Bu seçimde ya bu rejim daha da katılaşarak, kalıcılaşarak devam edecek ya da en azından onun belli yönlerini geri çevirme şansı doğacak. Seçime doğru giderken iktidar içindeki bloklar arasında artık bu iktidarın kendi işlerine yaramadığını gören birtakım çıkar odaklarının da harekete geçtiğini görüyoruz. Dolayısıyla kasetler, şantajlar, deliller, operasyonlar yağmur gibi yağacak.

Dolayısıyla seçimin kendisini değil, seçimin hangi ortamda yapılacağını belirlemeye dönük bir mücadele var. Buradan iyi bir şey çıkmaz. Yani buradan bir tarafı tasfiye eden ama öbür tarafı daha da güçlendirecek bir yapı çıkar.

Muhalefet, örgütlü toplum, siyasal gelişmelere müdahale edemiyor. Edemediği için de başka güçlerin çatışması içinden bir iktidar bloğunun çatlamasına bekliyor. Toplum tamamen seyirci konumuna çekildiği/itildiği için iktidar mücadelesi, devlet içinde kliklerin, birbirlerine şantaj ve tehditlerle yürüyen bir mücadele haline geldi.

Bir şekilde açık, legal ve meşru siyaset araçlarıyla seçim ortamına müdahale edilemezse biz yine böyle kasetlerle birilerinin tasfiye edildiği ama tasfiye edenlerin güçlendiği bir yeni döneme geçeriz. Şeffaf siyaset halkın gördüğü, kendi yaşamını direk etkileyen sorunlar üzerine yapılır. Kasetler, mafyatik operasyonlar ya da güçler üzerinden yapmaya kalktığınız zaman yönlendirilmeye açık hale gelmiş olursunuz.

Cemil Aksu / POLİTİKA HABER

Politika Haber

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here