Bu eğitim öğretim yılının başladığı gün Mehmet Altan, attığı twitte: “Bir yılda 4 bin kişinin profesör olduğu ülkenin okulları açıldı” diye yazmıştı. Bu rakam aslında yazımızın bundan sonraki kısımları için de konunun özünü ve kanun yapıcıların niyetlerini anlamamızda bize yol gösterecek. Üniversiteye giriş sınavlarında barajların kaldırılmasını ve bir bütün olarak kamu yönetiminde liyakat ve eğitimde nitelik meselesini, Almanya, Japonya ve hatta ABD’nin duyunca hayrete düştüğü bir yılda 4 bin profesör yetiştiren “münbitleştirilmiş” akademyadan bağımsız ele alamayız.
Takip edenlerin bildiği üzere üniversite sınavlarında geçen sene indirilen baraj puanlar bu yıl tamam ile kaldırıldı. Bu bir sıralama sınavı olduğuna ve zaten %5’e giremeyince çok iyi, %10’a giremeyince iyi üniversite programlarına kayıt olmak mümkün görünmediğine göre yani yüksek puanlı bölümlere geçişte hiçbir fark olmayacağına göre baraj neden kaldırılır?
İki neden görüyorum biri genel olarak an itibarıyla sayısı 205 olan dağa taşa açılmış adına üniversite denmiş binaların en dandik programlarında boş kalan kontenjanları doldurmak. Bir diğeri de özel tabela üniversitelerinin boş kalan bölümlerini doldurmak. Böylelikle okuma yazma bilen dört yıllık bir lisans programına kaydolabilir ve bitirir de. Adamını bulursa sınavda %5’e giren yaşıtlarını mülakat veya başka yöntemlerle geride bırakır ve iş bulur hatta akademik kariyer de yapabilir. Yani birileri için bu süper bir gelişme.
Böylelikle yaşamın her alanına sirayet etmiş sığ bir popülizm eğitim alanındaki son hamlesini de yapmış oldu. Oldukça yıkıcı hamlelerle niteliksizleştirilen ilk-orta-lise eğitiminde içinden geçtiği eğitim süreçlerinin akademik kazanımlarından zerre nasibini almadan diploma sahibi yapılan milyonlarca kişi zaten oldukça alçak bir gövde yüksekliğine sahip olan ve pek çok yerinden su sızdıran ve yasa koyucular tarafından bir hayli aşındırılmış barajın yıkılmasıyla settin arkasında biriken yığınlar artık doğrudan “akademiye” geçmiş oldular. Bu yıkılan barajın taşkını zaten can çekişen akademya sahasını bütünüyle sular altında bırakarak bir bataklığa çevirecektir. Bu baraj öyle veya böyle yeterli veya yetersiz “liyakatsizliğin” önündeki son barajdı ve artık yok. Yıkılmasının etkileri sadece zincirleme olarak eğitim sisteminde hissedilmeyecektir asıl yıkıcı etki kamu hizmetleri ve kamu kadrolarının oluşturulmasında hissedilecektir. Kamuda liyakatsizlik ve niteliksizlikte “bundan daha kötüsü olamaz” diyenler yanılıyorlar. Eski ODTÜ Rektörü Ural Akbulut asıl tehlikeyi 14 Şubat Salı günü Karar gazetesine verdiği mülakatta gayet net bir dille şöyle ifade ediyordu: “Bunların önemli bir bölümü de mezun olacak. Böylece ülke tamamen liyakatsiz, kendi konusuna hâkim olmayan insanlarla dolacak. Bunlar ister özel sektöre gitsin ister kamuya. Kamuya gitmeleri çok daha tehlikeli çünkü özel sektör farkına vardığı zaman onu çıkartır. Devlet memurunu çıkarmanız neredeyse imkânsız. Yıllarca devlet kadrolarını işgal edecek ve kaliteli insanların o kadroya gelmelerini engellemiş olacak.”
Zaten çok problemli olan eğitim sistemimiz içindeki “iyi öğrenciler” ve “iyi hocalar da” bu liyakatsizliğe dayalı sistem içinde eriyip gidecekler. “Kadro” yaratmak için talep olmadan açılan üniversiteler ve bölümler boş kalınca buralar boş kalmasın “dolsun” yaklaşımıyla eğitim olmaz. Bazı tabela vakıf üniversiteleri kayıt yaptırana sürenin sonunda “diploma” veriyorlar. Bunu çok sayıda merdiven altı özel lise de yapıyor, devamsızlık alınmıyor, tüm derslerden 100 veriliyor. Bu okullar görece başarılı özel ve devlet okullarında iyi öğrencilerle iyi eğitim yapmak için mücadele veren öğretmenlere “örnek” gösteriliyor. Verdiğimiz eğitimin kalitesini düşürüp “daha yüksek not” vermemiz ve bunu herkese yapmamız bekleniyor. Bu konuda artık öğretmenlerin üzerinde yoğun bir mobbing olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.
Bu baskı “tembel öğretmeni” ve “tembel öğrenciyi” ödüllendiren bir sistem. Çünkü öğretmenin birikimleri ve çabaları bunu öğrenciye aktarması, öğrencinin vizyonunu genişletmesi ona rehberlik etmesi istenmiyor. Öğrencinin tüm 12 yıllık ilk, orta, lise hayatında zaten “başarısız” olması mümkün olamıyor büyük ölçüde tüm derslerden “öyle ya da böyle” geçiyor. Öğrencinin kalabilmesi ancak “devamsızlık” yaparsa mümkün olabiliyorken artık büyük ölçüde pek çok okulda fiilen devamsızlıktan kalmak da ortadan kalkıyor. Çünkü devamsızlıklar “siliniyor.” Sınavla veya yüksek diploma notuyla kayıt alan okullar görece direnmeye devam ediyor. Ama bazı merdiven altı özel liselerin yarattığı sarsıntı nitelikli okulları da sarsıyor.
Lise eğitimi bu derece anlamsızlaşınca pek çok lise bilhassa büyük şehirlerde “niteliksizleştirilmiş okullar” adeta bir “panayıra” dönüşünce öğrenciler akın akın açık liselere giderek örgün eğitimden kopuyorlar. Üstelik tüm bunlar olurken karar alma süreçlerine dahil edilmeyen, fikri sorulmayan, mobbinge maruz bırakılan, riyakarlaştırılmaya çalışılan okul yöneticileri ve öğretmenlere hesap kesilerek karar alıcılar ve uygulatıcılar kendi veballerinin günahlarını da onlara yüklüyorlar. Bu sistemin en az öğrenciler kadar diğer mağdurları da kendilerine dayatılan ve öğretmenlik meslek onuruna ve formasyonuna yakışmayan bu eğitim ortamlarında baskı, mobbing, ekonomik zorluklar ve ruhsal yıkımın sınırda dolaşan öğretmenlerdir. Üstelik sistem kurucular, kanun yapıcılar kendi niteliklerini hiç sorgulamazken eğitim denince ilk sorgulanan öğretmenlerin nitelikleri olmaktadır. Herkes bilir ki bu sistemde Tanrılar bir kurban isterse o öğretmendir. Mesleğinin son yıllarını çalışan bir eğitimci olarak son ve tek umudum bu durumun “sürdürülebilir” olmadığına olan inancımdır.
Son olarak yıllardır bir eğitimci olarak aklımdan çıkmayan ve cevap aradığım soruyla bitireyim yazıyı:
Bir ülke kendi başarılı çocuklarına, hocalarına, okullarına neden bunları yapar?
Uğur Hocam,
Güzel tespitler yapmışsınız, ellerinize sağlık.
Tek kelimeyle; kalite, liyakat, dürüstlük, hakkaniyet iktidarın ve yöneticilerin umurunda değil. İstedikleri ve hayal ettikleri tam da böyle bir sistem.
Mücadele etmeye devam. Saygılar.
Çok teşekkürler Cafer hocam kıymetli yorumunuz için aklımız yettiğince akıl ve vicdan sahibi insanlar olarak doğru bildiklerimizi söyleyemeye devam edeceğiz.
Son cümlede sorduğun sorudaki nedeni bir konuşmamızda clientelizm kavramıyla açıklamıştın hocam. Ekşi sözlükte ‘medyaetik’ adlı yazar bu kavram için şunları yazmış,
“klientalizm kavramı, siyasal otoritenin dağıtım ölçütlerine göre sunulan bir takım hizmetler ya da mallar karşılığında, siyasal destek talebinde bulunması şeklinde
tanımlanabilir. klientalizm eksenli bir sosyal yardım anlayışı; muhtaçlık, yoksulluk, sosyal dışlanma, etnik ve dini farklılıklar gibi unsurlardan beslenirken aynı zamanda bu unsurları beslemeye ve yeniden üretmeye yatkın olduğu gibi tüm toplum için gerekli olan yardım ve hizmetlerin gerçekleşmesini sağlayacak kamu kaynaklarının tüketilmesine neden olmaktadır.
bu anlamda klientalizmin bir tür patronaj ilişkisi olduğunu söylemek mümkündür. politik anlamda patronaj, politikacıların uzun vadede planlı ve programlı politik sistemler kurmak yerine; kendisine oy veren seçmeni bir müşteri olarak algılaması ve kendisine oy veren seçmene yahut zümreye bu oy karşılığında hizmet sunmasıdır. patronaj sistemi; yetenekli ve tecrübesiz kişilerin birtakım üstler ve yöneticiler tarafından işe alınıp ardından kendilerine politik gelişmelerden bağımsız olarak ayrıcalıklı bir görünüm verildiği “plansız liyakat” sistemi olarak kullanılmıştır.”
Görünen o ki bunlar iyi günlerimiz. Hayırlısıyla bir Nisan 2024 e ulaşalım da sonrasına bakacağız artık.
Çok teşekkürler ağabey bu çok değerli katkın için adeta yazıyı tamamlayan ve hatta açan muradımızı anlatan kapsamlı bir dipnot gibi oldu.