Ana Sayfa Duyurular [SÖYLEŞİ] Anladım; yol gelmiş, 2314 yıllık patika gitmişti!- Süleyman Kanburoğlu

[SÖYLEŞİ] Anladım; yol gelmiş, 2314 yıllık patika gitmişti!- Süleyman Kanburoğlu

1
[SÖYLEŞİ] Anladım; yol gelmiş, 2314 yıllık patika gitmişti!- Süleyman Kanburoğlu
Kemer’de dere katliamı! Antalya’nın Kemer ilçesinde Kesme Boğazı ve Güvertedere bölgesinde DSİ tarafından özel bir şirkete ihale edilen ‘ıslah’ çalışmasında yaşanan tahribatın fotoğrafı

1981 yazıydı, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünün kapısını çaldım, tanıdık bir hoca aracılığı ile. Antalya’ya saha araştırmasına gidiyoruz, bana ülkemizin ayrıntılı arkeoloji haritasını verebilir misiniz, diye sorduğumda aldığım yanıt “elimizde ancak Alman Kiepert’in 1840 yılında at sırtında dolaşarak çıkarttığı harita var, işinizi görür mü olmuştu”.

Sayın Kanburoğlu, bir önceki söyleşimiz Bergama hakkında idi. Şimdi yeni konumuza geçelim; Büyük İskander’in Anadolu günlerinden bahis edelim.

Bu söyleşi için “ETelgraf”  adına tekrar size teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Sayın Turnaoğlu, Bu sefer size neredeyse- şizofrence yaşadığım anımı, anı-hikâyemi anlatmak istiyorum.

Büyük İskender

Büyük İskender’in (MÖ 356-323) yarattığı engin Avrasya imparatorluğu uzun ömürlü olmamışsa da kahramanca icraatları efsanelere konu oldu. İskender, Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan Makedonya krallığının varisi, kral II. Philip’in oğlu olarak dünyaya geldi.  Philip savaştayken, İskender de Aristo gibi ünlü öğretmenlerden felsefe, matematik, okçuluk, binicilik ve diğer dersler almıştı..

Yaşıtlarından önce olgunlaşan İskender, MÖ 336’da, babasının suikastından sonra, henüz 20 yaşındayken kral tacını giydiğinde Makedonya ordusunda hali hazırda deneyimli bir komutandı.  Bu genç kral tahta çıkışının ardından kararlı bir hamleyle, isyanlarla çalkalanan Thebes kentini hemen işgal etti.

İskender, MÖ 334’de, güç kaybeden fakat yine de büyüklüğünü koruyan Pers İmparatorluğu’nu fethetmek üzere yola koyuldu. Ordusu çoğu Makedon ve körü körüne sadık 40,000’den az askerden oluşuyordu.

İskender, Boğaziçi’nden Anadolu’ya geçerken buradaki Pers kuvvetlerini bozguna uğratmış ve efsanevi Troya kentini de ziyaret etmişti. Anadolu’da Pers hakimiyetindeki Yunan kentleri İskender’i memnuniyetle karşıladı. İskender, MÖ 333’de, İssus Körfezi’nde, MÖ 331’de Gaugamela’da Pers İmparatoru III. Darius’u mağlup etti. Nihayetinde Pers İmparatorluğu’nu fethederek uçsuz bucaksız Pers diyarını kendi Balkan krallığına ekleyerek daha önce eşi benzeri görülmemiş büyüklükte bir Avrasya imparatorluğu yarattı. Yine de bununla yetinmedi günümüz Afganistan’ı içinde yer alan Baktriya’yı ardından MÖ 327’de Hindistan’ı fethederek eski Pers İmparatorluğu’nun en uzak sınır olan İndus Nehri’ni geçti.

İskender’deki politik veya diplomatik değil askeri bir dehaydı. Yunanlarsa İskender’in bazı Yakın Doğu hükümdarları gibi ilahi kabul edilme isteğine zoraki bir şekilde razı geliyordu. Spartalılar “eğer İskender tanrı olmak istiyorsa, bırakalım olsun” diye düşünüyordu. Ancak İskender MÖ 323’de, Babil’de aniden (belki de tifoid ateşten) hayatını kaybetti.

BÜYÜK İSKENDER’e dokunmak

Herhangi bir tarihi eseri seyrederken, onun zamanına gidip kendimizi onunla yaşıyor gibi hissedebilir miyiz? Dünyanın neresinde olursa olsun tarihi yapıtları izlemek, mutlaka bizlere belli bir heyecan verir, bizi üzerlerinde düşünmeye çekerler. Ama nedense çok azı içimizde bir yerlerde yuvalanarak kalıcı etki bırakır. Çünkü, onlar hakkında öğrenebildiklerimiz kuru envanter bilgilerdir, öyle de olmak durumundadır.  Tarihle ve tarihi eserlerle çok ve uzun süre haşır neşir olursak, onların ruhlarına nüfus etmeyi bir ölçüde başarabiliriz. Bu şehirlerin, bu yapıların, bu heykellerin tümü sağır, kör ve dilsizidirler; bizimle konuşup bize bir şey anlatamazlar. Ama onların hepsinin arkasında insan vardır; kiminin kalbi, kiminin parmakları, ayakları kırık; bitmeyen acıları ve yarı açlıkları; dinmeyen sıtma nöbetlerine rağmen asla bitmeyen çalışma zorunlulukları ile… Bizim gibi bir ayağı tarihe basan kuşak ya görmüştür ya duymuştur, misal;  350kg’lık para kasasını tek başına üçüncü kata çıkaran Tahtakaleli hamalı ve daha nice dehşet misalleri. Artık ölüdür o yapıcılar bizimle konuşamazlar, ama biz onlarla konuşmayı denersek belki tarihin derinliklerine doğru seyahate çıkabiliriz. Lakin bunu yapabilmek, yine de o nadir şanslı anı yakalamakla mümkün olabilir; kafamızın içinde yıllardır birikerek, sıkışarak iyice kızışmış bütün tarih ve insana dair bilgilerin, bir tetikleme ile kalbimizden bir anda sıçrayan elektrikle tutuşması anı. Bu hal bazen en gösterişli bir yapının karşısında değil de sıradan bir kesme taşın karşısında olabilir. Artık elektrik nerede çarparsa. Tabii bunu yapmak iyi midir kötü müdür bilemem, ama Manisa’da yer kalmayınca evde iyileşir diyorlarmış.

  1. PARMAKLARIMLA DOKUNDUM BÜYÜK İSKENDER’E

1981 yazıydı, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünün kapısını çaldım, tanıdık bir hoca aracılığı ile. Antalya’ya saha araştırmasına gidiyoruz, bana ülkemizin ayrıntılı arkeoloji haritasını verebilir misiniz, diye sorduğumda aldığım yanıt “elimizde ancak Alman Kiepert’in 1840 yılında at sırtında dolaşarak çıkarttığı harita var, işinizi görür mü olmuştu”.  Hiç olmazsa 1940 olsaydı diyemedim, yutkundum çıktım… Antalya’ya gidince Müze müdürünün yanına vardım: Bölgenizin ayrıntılı arkeoloji haritası vardır herhalde, bir kopyasını alabilir miyim? Araştırma konularımızı da anlatınca yakından ilgilendi, “Öyle bir haritamız yok ne yazık ki, ahhh ben de sizinle gelebilseydim” oldu. Devlet bu iyi niyetli adama da bir at tahsis edememişti demek!

Ortağımla birlikte amacımız, Temmuz Ağustos sıcağı demeden, sahil ve dağlık Antalya bölgesinin bütün doğa ilginçliklerinin ve tarih izlerinin ayrıntılı bir envanterini çıkartmaktı. Daha sonra bunlardan doğa-kültür gezileri türetmekti amacımız. Tabii ki yabancılar için, çünkü bizim yurttaşımız Kars’ta kar ve kaz eti olduğunu ve oraya trenle bile gidilebildiğini ancak kırk yıl sonra keşfedecekti. Kendimize tahsis ettiğimiz ne atımız ne de arabamız vardı. Devletin bize tahsisi ise, ücra bir kasabada 3 saatlik Jandarma nezareti oldu. Vay efendim bu dağlara turist mi gelirmiş, yoksa biz terörist miymişiz? O zamanlar terörist adaylarının genç olması yeterliydi, yabancı dil şartı falan aranmıyordu. Oysa, idolüm saydığım İngiliz kadın arkeolog Freya Stark, daha 1952 yılında yaya olarak ve Mehmet’in kiralık cipiyle haftalarca buraların tozunu attırıp bizlere güzel bir kitap armağan etmişti: Alexander’s  Path. Kitabı birkaç kez okumuş, adeta hatmetmiştim. Buradan anlamlı bir gezi rotası çıkardı mutlaka. Sonra da kitabı British Council Kütüphanesine iade etmeye unutmuşum (!).

Batıdan aktarıldığı şekliyle biz de onu Büyük İskender diye anıyoruz. Biz Doğuluların onu böyle nitelemesi gerekir mi, bilemiyorum. Askeri başarıları Doğuluları ve biz mirasçılarını çok sevindirmez herhalde, ama dünyanın bu bölgesinde sağlamış olduğu muazzam kültürel dönüşüm nedeniyle ona bir teşekkür borçluyuz diye düşünürüm. Bilimiyle, sanatıyla, felsefesiyle klasik Yunan kültürünü, Kırım’dan Mısır’a, Hindistan’dan Selanik’e kadar koca bir dünyanın ortak malı kılmıştı.  Helenistik Devri açmıştı.

Yaptığımız birçok keşif ve tespitin yanı sıra Stark’ın araştırmalarının birçok bölümünü bulup araziye tatbik ettik. Ama bunlardan bir tanesi vardı ki, araştırmanın en kilit noktası idi: Kemer (Kesme) Boğazı. Haftalar süren araştırmamızda oraya varamadık, her yere yetişecek zaman, para ve arabamız yoktu. Geziyi araba ile yapmamız zaten mümkün değildi, çünkü birçok bölümde dağların bir yanından girip öbür yanından yürüyerek çıkıyorduk. Bir örnek verecek olursam, Aspendos’tan (Köprülü Kanyon) girip, kamyon, traktör sırtında ve yürüyerek Torosları aşmış, Isparta’nın ücra mı ücra Sütçüler kasabasında Jandarma tarafından misafir edilmiştik.  Araştırma gezimiz sonunda İstanbul’a döndük, ama Kemer (Kesme) Boğazı aklımdan hiç, bazen rüyalarımdan çıkmadı. Kayıtlara ve mantıklı araştırmalara göre, Büyük İskender’in tüm Anadolu serüveninde ona en yaklaşabildiğimiz, nerede ise elimizi sürebileceğimiz, belki de bir tepikle onu dereye yuvarlayabileceğimiz nokta bu Kesme Boğazıydı!

M.Ö. 334/333 kışını ordusuyla Phaselis kentinde geçiren İskender, baharda Pamfilya’ya devam edecekti ama aşırı dik Kemer-Antalya sahil şeridinde değil yol, patika bile yoktu ve koca bir ordunun buradan geçmiş olması hiç olası değildi. Sahil boyu yürüdüklerine dair tarihte bir kayıt da yoktu, ama bizi Kesme Boğazına yönelten kesin bir bilgi vardı:  “Ordudaki iyi taş yontucusu Trakya birliğinin kayaları keserek yaptığı yoldan boğazı geçtiler”.  Tek seçenekleri bugün de aynı isimle anılan Kemer’in arkasındaki “Kesme Boğazı”ndan geçerek Beydağlarının arkasına çıkıp oradan Antalya’ya inmekti. (1987 yılında bu rotayı küçük bir turist grubu ile ilk kez denerken, arabamızın çamura takılması sonucu, ben garibin onuncu kez çıkan omzunu altı saatlik bir gecikme sonunda yerine taktırabilmiştik).

1981 sonbaharında, Libya’ya çalışmaya gitmeden önce eşim Nazlı’ya dedim ki, gel Kemer’de birkaç gün güzel bir tatil yapalım. İnandı bana. Sabah mandalina ağaçları altında ballı kaymaklı nefis kahvaltımızı yaptıktan sonra, haydi kalk gidip bunları eritelim olduk. Orman işçilerini dağa kesime götüren kamyona rastlayana kadar yürüdük. El ettik, tabii ki durdular. Ben, çeyrek sıklet bir erkek ve gencecik bir kadın, 20-30 işçi ile Kesme Boğazını bulana kadar kamyon kasasında gittik. Onların baltaları, bizim imanımız vardı. İyi ki Nazlı, gittiğimiz yerin adının Kesme Boğazı olduğunu, bu ismin Büyük İskender’den başka bir İskenderi de çağrıştırabileceğini düşünmüyordu. Ben de düşünmüyordum, keşfimin tılsımına kapılmıştım. Boğaz’da ormancılarla vedalaşıp helalleştik. Bir kamyonun ancak geçebildiği dar kanyonun yamacına 10-15 metre kadar tırmandım ve kayanın yanağında 40-50 metre uzunluğunda daracık kesme yolu, toprakla örtülü olmasına rağmen, gözlerim yakaladı. Bu heyecan vericiydi; çıplak ellerimle toprakları hızlı hızlı süpürdükçe yüzyıllar boyunca kayada tek tek oyulmuş toynak izleri ortaya çıkıyordu. İki yıl önce Uludağ zirvesine katır patikasından çıkarken gördüğümün bir benzeriydi; yüzyıllar boyu atlar ve katırlar zorunlulukla hep aynı noktalara basmaktan toynak izleri kaya zeminde 10-15cm derinliğe inmişti. Hiç şüpheye yer vermeyecek kadar belirgindiler. Patika o kadar dardı ki, bir atın buradan geçerken başka noktalara basması – denge gereği- olası değildi.  Tarih ve topografya bilgilerini, kesin maddi bulgularla teyit edince aşağıya seslendim “Buldum, buldum, ellerim İskender’in ayak izlerine değiyor!!!!!”. İskender’in 11 yıl süren dünya seferinin yegane ıslak imzası işte burasıydı! Bu kısacak kesme yol çok önemli bir tarihe tanıktı… ve şimdi de ben ona. Ben daha çok daha çok toprağı ellerimle süpürürken İskender geçiyordu başımın üstünden; yularından emir erinin çektiği beyaz güzel bir atın üzerindeydi, çok gençti yakışıklıydı, İstanbul Arkeoloji Müzesindeki büstüne çok benziyordu. Kumral saçları da aynen öyle dalgalıydı…  O toynak izlerine dokunmakla, İskender’in atına ve dolayısıyla kendine dokunmuş addediyordum kendimi. Yıllar yılı yeri geldikçe insanlara, bu dünyada İskender’e neredeyse dokunacak kadar yakın olabilmiş modern üç-beş insandan biri olduğumu söyleyip övündüm. Evet, matematik olarak bu doğruydu; Freya Stark, belki birkaç arkadaşı ve bir de ben. (Sonraları adam hakkında bir şeyler daha duyunca (?), samimiyetimi atıyla sınırladım).

Keşfimizin devamı olarak,   kırmızı pelerinli kızların dahi dolaşmadığı ıssız mı ıssız orman patikalarından Gedelme Köyüne kadar İskender’in izini sürerek saatler süren zorlu bir tırmanış yaptık. Medeniyetten çıkış- dönüşümüz toplamda on saatlik yürüyüşe mal oldu. Gençtik, dinçtik. Artık asfalt yoldaydık, 60 ton yükle yokuş yukarı tırmanmakta olan bir MTA traileri hafifçe kalkan elimden önce sarkan dilimizi görmüş olmalı; zınk diye durup bizi aldı. O zamanlar böyleydi memleketimiz, MTA da. Hayrola abi, nerden böyle yorgun argın? – İskenderden. – Hı??? Kemer’e pansiyonumuza vardık ve bu keşfi ben yıllarca yüreğimde taşıdım. Bir daha gidemesem de benim Kesme Boğaz’ım kaya gibi yerinde duruyordu, nasılsa bir daha gidip tekrar görecektim onu.  Öyle geçti yıllar; M.Ö 333 – MS 1981, …, 2012.

2012 yılında birkaç arkadaşla yine Antalya’da dağ bayır geziyorduk. Yeni açılmış yollar sayesinde rotayı dağdan benim Kemer Boğaz’ıma çevirebilmiştim, o heyecanı yine yaşayacaktım. Oraya vardık; elim havada, ağzım açık kaldı… Parmağımı yamaca uzatmıştım, o tarihi imza işte tam burada diyecektim… Gözlerim bir an patikayı seçemedi. Olur, böyle şeyler. Bir koşu yamaca tırmandım, evet tam buradaydı, unutmam çünkü. Ama yoktu işte patika! Aşağıya baktım, yol genişletilmişe benziyordu, bizimkiler de kendilerini neşe içinde pırıl pırıl akan dereye salmışlardı.  Anladım; yol gelmiş, 2314 yıllık patika gitmişti! Muazzam önemde bir tarihi belge bilgisizlik ve duyarsızlık sonucu havaya uçmuştu.  Benim için gezi de, gün de bitmişti. Akşam artık ne konuştum, ne de güldüm, yalnızca Camel sigaramdan zincirleme içtim.

Turkish and American Blend. Tabii ki, bir de deve resmi.

Süleyman Kanburoğlu

Not: Bu araştırmayı yaparken, 1981, hep şunu dilemiştim: Antalya’dan Bodrum’a kadar bütün bölge milli park ilan edilmeliydi.

Sayın Kanburoğlu, çok ilginç bir hikaye ile beraber olduk. Umarım okurlarımız da çok etkilenmiştir. Bizim ile paylaştığınız için “ETelgraf”  adına size teşekkürlerimizi sunuyoruz. Merak ile başka anılarınızı bizim ile paylaşmanızı rica ediyoruz.

Sayın Turnaoğlu, “ETelgraf” a ben de çok teşekkür ediyorum. Elbette zaman buldukça söyleşilerimize ve anılarımızı paylaşmaya devam edebiliriz.

Yük. Mimar Süleyman Kanburoğlu

1954de Rize’de doğan Kanburoğlu ilköğretimini Üsküdar Paşa kapısı İlkokulunda, Liseyi Kadıköy Maarif Kolejinde tamamladıktan sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisine birincilikle girmiş ve Yüksek Mimar olarak mezun olmuştur. Öğrenim döneminde turizm alanında ve özellikle ülkemizde out door – kültür/doğa turizminin (dağ yürüyüşü, dağcılık, expedition vb) kurulmasından itibaren çalışmış ve öncüler arasında yer almıştır. Mesleğini bir süre icra ettikten sonra özellikle eski bina restorasyonu İle uğraşmıştır. Erken yaşlarda aktif iş hayatını bırakmış ve kendisini Ülkemizin tarihi-kültürel mirasını araştırmak, tanıtmak ve resim yapmak için özgür kılmıştır. Halen Edremit’te yaşamakta ve özellikle Ege bölgesi üzerine incelemeler yapmaktadır

SÖYLEŞİ Attila Turnaoğlu- TELGRAF

ÖNCEKİ SÖYLEŞİLER

1 YORUM

  1. Günaydınlar,
    Bodrum’da Büyük İskender kütüphanesi, araştırma merkezi ve müzesi kurmak için yola çıktık.
    Dün konuyla ilgilenenlerle sohbet toplantısı yaptık. 60 yerli yabancı ressam heykeltraşın katılımıyla karma sergisini açtık . Çok ciddi bir katılım oldu.
    Bir arkadşımız sizin sohbetinizi attı , tam üstüne geldi . Sizi kutlarız .
    Daha detaylı görüşmek üzere.

    Selamlar, sevgiler, saygılar.
    Kemal Esinç Özbilen

    Y. Mühendis ODTÜ. ( ’69 )

    ,

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here