Ana Sayfa Duyurular [SÖYLEŞİ] Süleyman Kanburoğlu- Ülkemizin arkeoloji ve tarihe olan ilgi ve merakı çok kısır

[SÖYLEŞİ] Süleyman Kanburoğlu- Ülkemizin arkeoloji ve tarihe olan ilgi ve merakı çok kısır

0
[SÖYLEŞİ] Süleyman Kanburoğlu- Ülkemizin arkeoloji ve tarihe olan ilgi ve merakı çok kısır

”Antik tiyatroda oturdum, uzun uzun. Akropolün en albenili yapıları, dimdik yamaca kurulu ve engin ovaya bakan tiyatronun etrafında yelpaze gibi dizilerek etkileyici bir bütünlük oluşturuyor. Yıllardır özlemim, tam burada oturup kitap okumak ve müzik dinlemekti; tek başıma……. yaptım… Yavaş yavaş antik kentin aşağısına doğru yürüdüm. Kah yürüyorum kah dönüp tiyatronun üstünde süt beyaz mermerleri ile yeniden yükselen Trajan tapınağını seyrediyorum.”

YAKIN ZAMANDA BERABERCE ZİYARET ETTİĞİMİZ BERGAMA İLE İLGİLİ NOTLARINIZ EPEY İLGİ ÇEKİCİDİR. BU NOTLARI BİZİM İLE PAYLAŞMANIZI RİCA EDİYORUZ. BU SÖYLEŞİ İÇİN “ETELGRAF”  ADINA SİZE TEŞEKKÜRLERİMİZİ SUNUYORUZ.

Sayın Turnaoğlu, Size katılıyorum, Bergama ziyaretimiz çok keyifli oldu. Ancak bugün size yıllar evvel yaptığım çeşitli ziyaretler sonrası hazırlamış olduğum notları aktaracağım. “ETelgraf” a ben çok teşekkür ediyorum. Bu tür önemli antik kentlerin çokça ve şimdi özellikle gençlerin ziyaret etmesi gerekiyor, zira devletin birçok antik kente el bile süremediği malum. Ziyaretçilerin sayısı arttıkça orada bir baskı oluşabiliyor ve bu yerlere devletin ilgisi olabiliyor ama ülkemizin arkeoloji ve tarihe olan ilgi ve merakı çok kısır.

*******************************

Bergama ile ilgili çok önemli birkaç not:

Bergama’da yer alana Asklepion Antik Kenti‘ndeki mermer sütun üzerinde bulunan yılan figürü, günümüzde eczacılığın simgesi olarak kabul ediliyor. 

Parşömen, ilk olarak Bergama’da bulundu. Latince Charta Pergamena kelimesinden türeyen ve hayvan derisinden yapılan parşömen, Bergama kağıdı anlamını taşıyor.

Mısır İskenderiye Kütüphanesinden sonra, dünyada ikinci açılan kütüphane Pergamon Antik Kenti’nde bulunuyordu. Asya’nın ilk kütüphanesi olan Bergama Kütüphanesi, 200 bin ciltlik zengin bir arşive sahipti.

Eczacılığın babası Galenos’un yaşadığı Bergama, dönemin en büyük sağlık merkezleri arasında anılan Asklepion’a ev sahipliği yaptı.

Helenistik Dönem’de inşa edilen Bergama Antik Tiyatrosu, 70 derecelik açısıyla dünyanın en dik tiyatrolarından. Yaklaşık 15 bin seyirci kapasiteli bu görkemli tiyatro, muhteşem manzarasıyla da hayranlık uyandırıyor.

********************************

BERGAMA GÜNLÜĞÜ

Önemli olan; hayatta “en çok şeye sahip olmak” değil, “en az şeye ihtiyaç duymaktır”, demiş Eflatun.

(Buna bizim memlekette züğürt tesellisi diyorlar)

Ne zaman eski günlere, gençliğe dönme arzum depreşse, aklıma hep Bergama’da olmak gelir. Bana 25 -30 yıl öncesini hatırlatacak bir yığın mekân varken, neden Bergama’nın ön plana çıktığını pek düşünmedim, ama ne zaman aklıma geçmiş düşse, onun adını mırıldandım. Çok özel bir anısı yok; Bergama, öylesine dik bir tepenin üzerinde kurulmuş ve öyle güzel bir ovaya bakıyor ki, belki de insana uçup özgür olma hissi veriyor olmasındandır.

15 Eylül 2003 de yaşamımın bir düğümünü, Büyük İskender’in yaptığı gibi çözdüm; kılıçla. Bu tarihte, profesyonel çalışma yaşamıma son verdim. Devamı hayırlı olsun. 14 Eylül akşamı yola çıktım, rastlantı bu ya Bergama’nın kurtuluş günüymüş (!). Sabah erkenden kente vardığımda hiç durmadan Akropol’e doğru yürüyerek tırmanmaya başladım. Tamtamına, Beylerbeyi’nden Çamlıca tepesine çıkışa denk. Önce yavaş yavaş Akropol’ü gezdim; her taşına baka baka. Daha önceleri hiç bu kadar yavaş gezme olanağım olmamıştı. Aslında, bu ören yeri, diğerlerine göre az ayakta kalmış olanıdır ve insanı hemen etkileyecek fazla bir şey sunmuyor gibidir. Ancak, günümüzdeki alçakgönüllü görünümüne karşılık, kentin antikitede insanlık kültürüne katkıları, (200 bin ciltlik kütüphanesi, Helenistik heykel sanatındaki önderliği, papirusa alternatif olarak parşömeni – Bergama isminden gelir – keşfetmiş olması) kentin o günlerdeki panoramik/anıtsal görünümü ile birlikte hayal edildiğinde, çok farklı haz verir insana.

Tepenin en üstündeki kral saraylarını gezip – ki bu saray dediğimiz yapılar bugünün ortalama bir mafya babasının malikânesinin eklentisi sayılır – nasıl yaşamış olduklarını hayal edip salonlarında dolaşırken, kralı, sanatçı ve mimarları ile sohbet ederken düşünebiliyorsunuz. Aşınmış mermer eşiklerde adım atışlarını, söve deliklerinde kapanan kapı seslerini, sokak taşlarında oyulmuş tekerlek izlerinde günlük hayatın akışını yaşıyorsunuz. Kendimi o günlere, becerebildiğim kadar taşıyorum da, yine de bir şeyi anlamakta zorluk çekiyorum: Alabildiğine güvenlik endişesi yaşanan o günlerde, nasıl oluyordu da kentin önde gelenleri, maddi kaynaklarının tümünü savunmaya ve savaşa ayırmak yerine önemli bir kısmını sanat yapılarına harcamışlar. Elbette ki, o zamanın yöneticileri de insan sömürüsü üzerinde keyif çatıyordu; yediği yanında, yemediği ardında. Antik kentlerin hepsi sıra sıra savunma duvarları ile çevrili olsa da, dış saldırılar karşısında bizzat kralın kellesi dahi tehlikede iken, niye “tükürmediler ki öyle sanatın içine”? Ne bileyim, adamlar tükürmemiş işte. Belki o tükürme işi, daha çok günümüzde bu ülkede büyük kent yöneticisi olanlara yakışıyor.

Tam bu noktada uçup aşağıdaki Bergama kentine bir konalım. Son zamanlarda, hiçbir yerleşim yerinde böylesine huzurlu dolaşmamıştım. Yeni Bergama’daki uygar giyim tarzı, İstanbul ortalamasının üzerinde. Bu küçük tarım kentinde, köylüsü de var göbeği açık genç kızları da, ama kara çarşaflısına rastlamadım. Geçmiş yüzyıllardan fırlamış çarşısında dolaşırken girdiğim her dükkânda Atatürk portresi asılı idi. Atatürk ve Bergama kralları aynı anda geçti gözlerimin önünden. Atatürk, bir resim sergisini geziyor: Çoğu resim, usul olduğu üzere, devlet tarafından satın alınmış. Ata, satın alınmamış bir resmi uzun uzadıya seyrediyor; malum, o resim en beğendiği resmiymiş Çallı’nın da. Nasıl oluyor da bir tarım kenti, Bergama, büyük kentlerin inadına uygarlığı temsil ediyor? Suyundan mıdır yoksa huyundan mı? Ben, huyundandır diyorum.

Antik tiyatroda oturdum, uzun uzun. Akropolün en albenili yapıları, dimdik yamaca kurulu ve engin ovaya bakan tiyatronun etrafında yelpaze gibi dizilerek etkileyici bir bütünlük oluşturuyor. Yıllardır özlemim, tam burada oturup kitap okumak ve müzik dinlemekti; tek başıma……. yaptım… Yavaş yavaş antik kentin aşağısına doğru yürüdüm. Kah yürüyorum kah dönüp tiyatronun üstünde süt beyaz mermerleri ile yeniden yükselen Trajan tapınağını seyrediyorum. Ben indikçe o yükseliyor. İyi ki de bu tapınağı onarmışlar: Kahverengi andezit taşların hâkim olduğu kentin üzerinde pırlanta bir taç gibi duruyor. Durmuyor, göğe yükseliyor. Tiyatronun altından Dionisos tapınağına doğru uzanan Stoa’yı ve arka planda hala kiremit çatılı Bergama’yı, onun ardında Asklepion’u ve çıplak yamaçları seyrediyorum. O zamanlar, hiç bozulmamış bir doğal manzaraya bakan Stoa’nın gölgesinde yürüyerek sohbet eden bilgeleri görüyorum. Sadece rüzgârın sesi ve belki de, aşağıda derin bir vadiden akmakta olan, Selinos ırmağının şırıltısı duyulurdu. Yaz günlerinde Bergama akropolünü hep tatlı serin bir rüzgâr yalar. Rüzgârın dindiği kuytu yerlerden belki de aşağıda çalışan ırgatların sesleri duyulurdu. Kozak yaylası üzerinden Ayvalık diyarlarından kente zeytinyağı taşıyan kervanların çıngırak sesleri mutlaka duyulurdu. Şimdilerde inanılır gibi değil ama, motor uğultusunun olmadığı eski zamanlarda ve özellikle böylesi vadilerde insan sesi, hele de horoz sesi nasıl uzaklardan duyulur, nasıl ürpertici bir derinlik hissi verir, bir bilseniz. (A..aa, sen nereden biliyorsun, diyeceksiniz değil mi? Ben bilirim, çünkü bizim oralarda şimal rüzgarları eserdi…)

Bergama’yı bunca ünlü yapan Zeus Altarı’nın yanından geçip, turist rehberlerinin o yalancı esnaf çığırtılarını da geride bırakarak, taş kaplı antik yoldan kentin aşağısına yollanıyorum. Bergamalı heykeltıraşların eserlerini unutulmaz kılan bu dev Altarın yerinde sadece temeli ve iki büyük fıstık çamı kalmış. İzmir taraflarına her uçtuğumda aşağıyı seyrederdim; kenti, tiyatrosundan ve bu iki fıstık çamından tanırdım. 7000 metre irtifadan iki fıstık çamını görmem size biraz abartılı gelebilir, “uçtuğumu” zannedebilirsiniz de, şu 400 bin liraya içtiğim bol köpüklü kahve mekanına ne dersiniz?

Bergama’dan belleğimde kalan bir güzellik de, yukarıdan seyredildiğinde yazın sıcağında uyur hissi veren kırmızı kiremitli yeni-eski şehirdir. Antik kente kıyasla yeni diyorum tabii. Gerçi şimdi, büyük yapıları ile yeni görünümlü bir kente dönüşmüşse de, eski kısımlar yine de korunmuş. Modern binaların arasında hala kalmış kırmızı damları derin bir özlemle seyrederken, eski yerleşimin orta yerlerinde gözüme bir yapı ilişti: Dört tarafı kiremit çatı ile çevrili bu yapı, çok da eski olmayan bir han olmalıydı. Onu mutlaka bulmalıyım. Eski ile yeninin iç içe yaşadığı bu kentte, belki de bu han hala yaşıyordur, avlusunda bağlı katırlar, atlar… Neden olmasın?

Aşağı antik kentte dolaşmaya devam ettim. Gymnasium, öğrencileri, bilge öğretmenleri ile erkeği erkeğe hayran bırakan beden ve ruh güzelliği ile sanki hala yaşıyor. Yine manzaralı bir duvarın üzerine serilip bir sigara tüttürürken müzik dinliyorum. Öğle saati bir hayli geçmiş olmasına rağmen acıkmamış olduğumu fark ediyorum. Acaba, oradan bir bilge kalkıp gelse ne derdi buna: “Başka şeylerin tatminini yaşamayan, sadece tekdüze günü yaşar. Kafanın içi boş ise, sohbet arkadaşın midendir” gibi bir şey derdi herhalde. Ve sonra düşündüm; acaba, yemek ve sigarayı, içimizde hiç dolduramadığımız bir boşluğa mı tıkıyoruz?

Yeni-eski kentin dar sokaklarındayım artık; terk edilmiş güzelim taş binalar. Kiminin – şimdi yabancı- kaligrafisi nasılsa hışma uğramamış. Geç bunları, geç… Saat üç-üç buçuk gibi küçük bir lokantadan içeri girip masaya oturduktan sonra açlığımı hissettim. Sonra, yeni-eski kentin Pazar Kurulu sokaklarında dolaştım. Mis gibi sebze-meyve kokusu, zeytin – sabun kokusuna karışmıştı. Epey dolaştıktan sonra katır inadımla yukarıdan gördüğüm hanı da buldum. Ama anladım ki son katırlar birkaç sene önce gitmişti; hayalim kaçtı. Boş avludaki çardağın altına oturdum, bir kahve söyledim ve kitabımı açtım; “Grek Estetiği”. Grek’i tamam da, “estetiği” hala araştırılıyor.

Çarşıdan yarım kilo ceviz alıp Selinos vadisine yollandım. Eskiden defalarca yaptığımın aksine, bu sefer aşağıdan bakıp yukarıdaki antik kenti seyredeceğim. Boş bulduğum bir çayıra serildim ve başımı yukarı kaldırdım. Gördüğüm manzaranın bu kadar etkileyici olabileceğini düşünememiştim: Akşamüzeri güneşi Trajan Tapınağı’na kah vurup mermer yapıyı süt beyaza çalıyor, kah kayboluyordu. Bunca uzaklıktan, akropolde dolaşan insanlar gayet net görülebiliyor, tiyatronun merdivenlerini tek sıra halinde inerlerken hareketleri dahi seçilebiliyordu. Sanki hemen yukarıdaki güzel sanatlar ve bilgelik tanrıçası Athena’nın tapınağına adaklarını sunmuş da birazdan başlayacak gösteriyi izlemeye geliyorlardı; Akropol adeta yaşıyordu. Demek, stoada yürüyerek sohbet eden bilgeler de ovadan böylece seçilebiliyordu; Zeus Altar’ının frizlerini yontan ustaların çekiç ve kalem sesleri de.

Otobüs terminaline yürürken defalarca dönüp dönüp hayranlıkla Akropol’e baktım; güneş vurmuyorsa biraz bekledim. Otobüs kalkmadan önce son bir kez daha baktım; güneşliydi, uzun uzun seyrettim; gözüme kaçan tozları ovar gibi otobüse girip insanların arasına karıştım.  

15 Eylül, güneşli, tatlı-sıcak bir gündü.

O, hep oradaydı; ben ona gittim.

Süleyman Kanburoğlu

************************

Sayın Kanburoğlu, bu notları okurken, geçenlerde yaptığımız Bergama ziyaretimin detaylarını düşündüm. Gerçekten Gün yüzüne çıkmış-çıkmamış bağrındaki yapılar muhteşemdi. Bizim ile paylaştığınız için “ETelgraf”  adına size teşekkürlerimizi sunuyoruz. Elbette sizin birçok gezilerinizden kaleme aldığını her türlü çalışmayı da bizim ile paylaşmanızı rica ediyoruz.

Sayın Turnaoğlu, “ETelgraf” a ben de çok teşekkür ediyorum. Elbette zaman zaman çalışmalarımızı paylaşırız. Ancak önemli olan bu topraklarda yaşayan insanların yerlerine gidip değerlerimizi korumak için irade göstermeleri çok önemli olacaktır. Umarım bir başka zaman yine görüşürüz.

Yük. Mimar Süleyman Kanburoğlu Tanıyalım

1954de Rize’de doğan Kanburoğlu ilköğretimini Üsküdar Paşa kapısı İlkokulunda, Liseyi Kadıköy Maarif Kolejinde tamamladıktan sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisine birincilikle girmiş ve Yüksek Mimar olarak mezun olmuştur. Öğrenim döneminde turizm alanında ve özellikle ülkemizde out door – kültür/doğa turizminin (dağ yürüyüşü, dağcılık, expedition vb) kurulmasından itibaren çalışmış ve öncüler arasında yer almıştır. Mesleğini bir süre icra ettikten sonra özellikle eski bina restorasyonu İle uğraşmıştır. Erken yaşlarda aktif iş hayatını bırakmış ve kendisini Ülkemizin tarihi-kültürel mirasını araştırmak, tanıtmak ve resim yapmak için özgür kılmıştır. Halen Edremit’te yaşamakta ve özellikle Ege bölgesi üzerine incelemeler yapmaktadır.

SÖYLEŞİ ETELGRAF – Attila Turnaoğlu

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here