Haberler Kültür Sanat Telgrafın Telleri

Bir fenomen olarak “Aşk-ı Memnu”

Akademisyen ve araştırmacı Deniz Gedizlioğlu ile hazırlayıp sunduğu “Aşk-ı Memnu Efsanesi” belgeselini, diğer “Aşk-ı Memnu” uyarlamalarını ve Türkiye’de güncel olarak en çok izlenen dizileri konuştuk.

Akademisyen ve araştırmacı Deniz Gedizlioğlu’nun University of Arizona’da yazdığı master tezinden yola çıkarak hazırladığı “Aşk-ı Memnu Efsanesi” belgeseli “yavaş içerik” adlı Youtube kanalında yayınlandı

2008-2011 yılları arasında Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanından uyarlanan “Aşk-ı Memnu” dizisinin Türkiye popüler kültür tarihine nasıl damga vurduğunu açıklamak için yola çıkan belgesel serisi, Ziyagil yalısına acımasız ve gerçekçi bir ışık tutuyor.

Akademisyen ve araştırmacı Deniz Gedizlioğlu ile belgeseli, diğer Aşk-ı Memnu uyarlamalarını ve Türkiye’de güncel olarak en çok izlenen dizileri konuştuk. 

“Başı ve sonu belli olan hikâye”

“Aşk-ı Memnu Efsanesi” adlı üç bölümlük bir belgesel hazırladınız, ilk iki bölümü Youtube’da yayınladı. Bize bu belgesel projesinden bahsedebilir misiniz?

“Aşk-ı Memnu Efsanesi” belgeseli Arizona Üniversitesi’nde “Aşk-ı Memnu” dizisi (2008-2011) üzerine 2013 yılında yazdığım yüksek lisans tezime dayanıyor. Tezi, dizinin Türkiye için kolektif bir öneme sahip olduğunu düşünerek ve bir gün mutlaka insanlarla paylaşma arzusuyla yazdım.

O zamandan bu güne gelişen yeni iletişim araçlarıyla Youtube ve benzeri platformlara özgü anlatı biçimlerinin, bu tezin disiplinlerarası yöntemiyle çok uyumlu olduğunu ve savunduğum argümanı bu şekilde çok daha fazla insan için erişilebilir bir forma sokabileceğimi gördüm. Ve bu amaçla Ekim Acun’dan (Şokopop) fikir almak istedim ve birlikte çalışabileceğimizi düşündük. Sonrasında bizim açımızdan kendi başıma devam etmem daha uygun oldu ve proje bugünkü hâline geldi.

Diziyi bu kadar önemli kılan neydi, neden fenomen olan oldu Aşk-ı Memnu?

Ay Yapım’ın Aşk-ı Memnu’su, aslında Türkiye’nin sosyopolitik açıdan belli bir dönemeciyle çok iyi örtüştüğü için fenomen olmuş bir dizi. Biçimsel olarak da bugüne göre bazı üstün özellikleri var: Her şeyden önce, başı ve sonu belli olduğu için anlam bütünlüğünü koruyabilen bir hikâyeyi izleyiciler neredeyse tek solukta izledi. Hâlâ televizyonun egemen olduğu bir medya rejiminde herkes bir sonraki bölümü sabırla beklerken, dizi etrafında da güçlü bir söylem oluşmasına tanıklık ettik. 

Dizi, Türkiye’nin neoliberal politikalara geçiş yolculuğunda hem bu sosyoekonomik bağlamın tadını çıkaran yeni orta sınıfların kimi ekonomik çelişkilerle yüzleşmeye başladığı, hem de diğer yandan Türkiye’nin artık kendini Batıyla eşdeğer bir aktör olarak hissettiği bir döneme denk geldiği için “tarihsel” açıdan önemli. Küresel 2008 krizinin Türkiye’yi görünürde daha az etkilemiş olmasının getirdiği bir özgüven de vardı tabii. Bu çerçevede Aşk-ı Memnu’yu fenomen kılan en önemli özelliği, 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıla uzanan aile, görgü ve bağlılık etrafında örülmüş Cumhuriyet ideallerine kafa tutması. Dizinin senaristleri de bu dönüşüme denk düşen bir uyarlama modeli geliştirdi ve herkeste büyük bir heyecan uyandırdılar. Bu anlatıyı da en iyi Firdevs Yöreoğlu karakteri üzerinden kurdular. 

Bir ikon: Firdevs Yöreoğlu

Belgeselin ikinci bölümünde Firdevs Yöreoğlu’ndan çokça bahsediyorsunuz. Neden bu kadar önemli Firdevs Yöreoğlu karakteri?

Firdevs Yöreoğlu, önce diziyi izleyen, sonra romanı okuyan birini şaşırtacak derece büyük bir dönüşüm geçiriyor. Firdevs Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil’in, romanında esasen ibret olsun, diye yazılmış gibi görünen biri. Uzun süre devam edecek hiçbir şeye yatırım yapmayıp sadece keyfini ve güzelliğini önceleyen; ama koşullar ve yaşı gereği bunu da kaybetmiş olan bir karakter. Dizideki Firdevs Yöreoğlu ise tam anlamıyla neoliberal bir özne. Neoliberal çağın bize verdiği illüzyonla çokça örtüşüyor: Akıllı davranırsan, kendine yatırım yaparsan, etrafındaki insanları çıkarların doğrultusunda kullanırsan yolunu bulabilirsin ve yenilmezsin. Diğer yandan da tabii ki erkek egemen bir düzende bir kadın olarak bu haliyle var olabildiği için, mevcut güç hiyerarşisinde ezilen birçok insanın fantezilerine dokunmuş bir karakter.

Roman birçok kez uyarlandı, son olarak Farah Zeynep Abdullah’ın oynadığı Bihter’i izledik. Ancak Ay Yapım tarafından uyarlanan dizi neden ‘ayrı’ bir yerde?

Aslında 1975’te yayınlanan TRT dizisinin de o dönem için çok önemli bir yeri olduğunu söylerler. Bunu ancak o dönemin sosyal dünyasını incelediğimizde kavrayabiliriz. Ay Yapım uyarlamasının gördüğü ilginin arkasında ise az önce bahsettiğim kültürel kırılmanın yanında, o dönemde Türkiye dizi sektörünün büyük bir yükselişe geçmiş olması ve Ay Yapım’ın bunu herkeste heyecan yaratarak güçlü bir estetik ve güçlü bir anlatıyla buluşturmuş olmasından bahsedebiliriz. Ki sadece Türkiye’ye özel bir durum da değildi bu, tüm dünyada çarpıcı bir dizi rüzgârı başlamıştı. Gossip Girl, Mad Men bu yapımlardan bazılarıydı. 

Türkiye özelinde belki şu yaşandı: Alışkın olduğumuz melodramın aksine daha karmaşık hikâyeler ve aslında üç boyutlu karakterler görmeye başladık. İyiyle kötüyü ayırt edemedik örneğin ya da iyi olanın kötü yanlarını, kötü olanın iyi olduğu anlar gördük. Tüm bu yenilik rüzgârını Aşk-ı Memnu güçlü bir şekilde arkasına aldı. Anlatıda birçok yeri muğlak bıraktı ve bu muğlaklıkla insanların hikâyeye çok daha geniş bir açıdan bakabilmesini sağladı.

En önemlisi de izleyici olarak Türkiye dizi sektöründe çok nadir görülen bir şeyi tatmış olmamız: Yazarlar açısından öykünün bir başı ve sonu olan, nereye gideceği her zaman belli olan bir hikâyeyi tutarlı ve güçlü bir anlatıyla izledik. Bu, Türkiye dizi sektörü için son derece başarılı bir işti.

Yasak aşk

Yasak aşk hikâyesi ne kadar etkili oldu hikâyede?

Dizinin merkezindeki yasak aşk hikâyesinin cinsellik boyutunu bu kadar başarılı anlatan başka bir yapım daha gelmedi. Hepimiz için çok iştah açıcıydı bu gerilim. Televizyon kurtları hatırlar: Vahşi Güzel dizisine benzetiyorum ben bu bağlamda diziyi. O heyecanı bize yaşatan iyi bir örnekti. Aşk-ı Memnu’nun bunu yapabildiği dönemde Türkiye’de yine AKP yönetimi hüküm sürüyordu ve dizi bu anlamda pek çok baskıya maruz kalmıştı. Ancak buna rağmen o cinsel gerilimin dozunu hiç azaltmadı senaristler ve Türkiye izleyicisine bunun önemini yeniden hatırlattılar. 

Yasak ilişki de bugüne dek Türkiye dizilerinde hep birini elde edememek, birini aldatmak, kavuşamamak gibi romantik sularda ele alındı. Bir insanı heyecanlandıran farklı boyutların olduğunu, sadece bir yastıkta kocamak değil de, insanın ruhunun doyurulması gerektiğini ısrarla vurgulayan bir tutumdu bu. Ve tabii ki diziyi çok güçlendirdi.

Yeni bir uyarlama olan “Bihter” filmiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Uyarlamanın da uyarlaması, potpuri bir yapımla karşı karşıyayız. Romandan en az iz taşıyan uyarlama bu sanırım. Romanla aynı dönemde değiliz, 1920’lerdeyiz ve Şapka Devrimi gibi tarihi dönemeçlerden de bahsediliyor filmde. Dolayısıyla artık Osmanlı döneminde değil Türkiye Cumhuriyeti’nde ve cumhuriyetin hayli hareketli olduğu bir dönemdeyiz. Ama bu tercih, filmdeki karakterlerin Türkiye’nin tarihteki belli bir noktasından değil de herhangi bir Batılı yapımdan fırlamış gibi görünmesine neden olmuş gibi duruyor. Kişiler arası dinamiklerin ağırlıklı olarak Ay Yapım’dan alındığını görüyoruz. Kimi referanslar da geçmiş çeşitli yapımları anımsatıyor. Örneğin Bihter’i canlandıran Farah Zeynep Abdullah’ın tıpkı Fleabag’deki gibi ara ara izleyiciye dönerek konuşması ve dördüncü duvarı yıkması gibi. Bunu çoğu izleyici beğenmemiş; fakat ben filmin varmak istediği noktayla ve Farah Zeynep’in oyunculuğuyla tutarlı buldum bu uygulamayı.

Günün sonunda film hakkındaki en yaygın eleştirinin izleyiciye duygusal olarak hiçbir şey vermemesi olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni ise çok ilginç bir şekilde, bugüne dek hiçbir Aşk-ı Memnu uyarlamasında olmayan bir şey: Kamusal alanın yokluğu.

Türkiye’nin o döneminin kamusal özelliklerinden tamamen kopuk bir senaryo yaratılmış. Bu bağlamda Bihter filmi bize şunu da gösteriyor: Aşk-ı Memnu hikâyesinde konu hiçbir zaman yasak aşkla sınırlı değildi, konu daima kadının toplumdaki yeriyle ilgiliydi. 

Kızılcık Şerbeti, Aile ve Yargı

Uzun bir süreden sonra şu an insanlar yeniden yerli dizi izler ve konuşur hale geldi. “Kızılcık Şerbeti”, “Aile” ve “Yargı”, bunun başlıca örnekleri. İnsanlar neden yeniden yerli dizi izlemeye ve bunu ‘çekinmeden’ konuşmaya başladı?

Tahminde bulunabilirim tabii bunun nedenlerine dair. Netflix, Blu TV gibi platformlar sayesinde çok fazla dizi izlemeye başladık. Ama bir yandan da bu platformlarda yayınlanan diziler, Türkiye’deki dizi geleneğiyle tam olarak örtüşmüyor. Bu nedenle de yerli dizilere her zaman ihtiyaç duyuluyor. Yerli dizilerin metne bakışı ve duygusal angajmanıyla bu platformların metne bakışı arasında büyük bir fark var. Diğer yandan, bu platformların etkisi şöyle bir yerden yansıyor yerli yapımlara: Konular ve karakterler daha “trend” ve daha sansasyonel. 

Şu an revaçta olan dizilerden Aile, aile travmasını ele alıyor; ancak diziye yerleştirdiği psikolog karakterle bunu daha çağdaş ve ilgi çekici bir yerden yapmaya çalışıyor. “Kızılcık Şerbeti” keza, Türkiye’nin en önemli gerilimlerinden birine eğiliyor: Seküler ve muhafazakâr gerilimi. “Yargı”, kadın savcı prototipini güçlendirdi. Günün sonunda baktığımızda ise bu dizilerin çoğunun metin yazımında güçlerini kaybettiğini düşünüyorum. 

Bunun nereden ele alıyorsunuz?

Karakter dönüşümlerine, motivasyonlarına baktığımız zaman bir kakafoni olduğunu görüyoruz bu dizilerde. Bu insanlar nereden gelip nereye gidecekler, diye oluşturduğunuz resimde çoğu zaman yanılıyorsunuz.

Mantıksal olarak açıklayamayacağınız çok hızlı dönüşümler yaşanıyor dizilerde ve bu aslında izleyici olarak tatmin olmamızı, o dünyayla bağımızı engelleyen gelişmeler. Ki ben bunların, senaristlerin ilk tercihi olduğunu zannetmiyorum. Türkiye’nin konjonktüründen dolayı birçok seçim yapılıyor ve ticari ve politik atmosfere göre bu seçimler şekilleniyor. Böyle olunca tıpkı Netflix’te olduğu gibi salt vakit geçirmek için bu dizileri izler hale geliyoruz. Kendimize has hikâyeler oluşturamıyoruz.

Melodram

Aile dizisi bana başlangıçta çok keyifli gelmişti. Çünkü bir yandan Amerikan romantik-komedilerinin o keyifli cinsel gerilimini de iyi taşıyabilecek gibi duruyordu. Ama çok hızlı bir şekilde ‘yerli aile’ gerilimine dönüştü. Aile travmalarının kendisi çok trajik olabilir; ama önemli olan dizinin bu travmaya bakarken nerede duracağı. Şu an dizideki karakterlerle birlikte bizim de altımızdan kayıyor zemin ve onlarla beraber sürükleniyor gibiyiz. Bunun en önemli nedeni de dizinin bu travmaları anlamaktan ziyade onları malzeme olarak kullanmaya yönelmesi. Bir adım mesafe alıp bu travmaları anlamaya çalışmak keyifli de olabilirdi, ki bunun daha önce örneklerini de gördük.

Kızılcık Şerbeti’nde de benzer bir şey yaşadık sanırım, başta sempati duyabileceğimiz Fatih’e şu an herkes çok öfkeli ve “Fatih’i tokatla” diye site açıldı örneğin…

Ben de çok öfkeliyim! Kızılcık Şerbeti çok iddialı bir diziydi. Hatta kendi açımdan Aşk-ı Memnu’dan sonra hevesle izlediğim ilk diziydi diyebilirim ve tıpkı onun da -Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi- ‘kentli’ bir izleyicisi vardı. Hâlâ da öyle muhtemelen. Ama izleyiciye hitap etmesinin asıl nedeni o ironik bakış açısıydı. Herkes kendi pozisyonunu koruyordu; ama karşı tarafa da bıyık altından gülüyordu. Mizah akılla üretiliyordu ve bu Türkiye’de nadir bulunan bir şey. Ne zaman ki Nursema önce rehin alındı ve sonrasında da dönüşüm arkına girdi, dizi hızlı bir şekilde melodrama gömüldü. Dizi, başladığı cümleyi bitiremedi ve Türkiye’nin alışık olduğu hızlı anlatım girdabına girdi. İzleyen herkes de farkında bence bunun; ama hâlâ Türkiye’nin en önemli dizilerinden biri.

Şunu da merak ediyorum: Aile dizisinde Canan Ergüder’in canlandırdığı Leyla’nın lubunya olduğuna dair ima ya da benzeri imaları ana akımda görmeye çok da alışkın değiliz. Bu imalar bize ne anlatıyor ya da bir şey anlatıyor mu? 

Bence bir şey anlatmıyor. Bu hikâyeleri ve imaları çokça izledik zaten. Açık lubunya karakterler de vardı elbette, ulusal televizyonda bile. İzleyici artık bu imanın ne demek olduğunu biliyor ve hemen çözüyor. Bu karakterler onlar için sadece vitrine konulmuş bir ürün, bir süs olabilir bu haliyle.

Dizi sektörü kendi içinde bir şeyler için çabalıyor da olabilir tabii ki ve bunu destekleyelim. Ama bunun sonuçlarını ölçmek istiyorsak öncelikle insanların bu konudaki hisleri üzerine konuşmamız gerekiyor. Günün sonunda dizi sektörümüz olabildiğince geniş bir alıcı tabanı oluşturmak için biraz da tüm düğmelere basıyor gibi görünüyor. (TY)

Deniz Gedizlioğlu hakkında



Agos Gazetesi, Kaos GL ve 5Harfliler gibi yayınlarda popüler kültür üzerine yazıları yayımlanıyor. 


Tuğçe Yılmaz

bianet muhabiri. “1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık” dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu.

Kaynak BİA

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir