Ana Sayfa Haberler Ertuğrul Kürkçü: Türkiye, Kürtleri tanıyarak Filistin için önemli bir hamle yapmış olur

Ertuğrul Kürkçü: Türkiye, Kürtleri tanıyarak Filistin için önemli bir hamle yapmış olur

0
Ertuğrul Kürkçü: Türkiye, Kürtleri tanıyarak Filistin için önemli bir hamle yapmış olur

SİNCAN – Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarıyla Filistinlilere “pazarlıklarımın kozu ol” önerisi yaptığını belirten Ertuğrul Kürkçü, Filistin’in kurtuluşu için yapabilecek en önemli hamlenin Kürtlerin hakkını tanımak olduğunu vurguladı. Kürkçü, “Böyle bir kabul üzerine yükselen yeni rejim, bölgede özgürlükçü bir dış siyasetin kaynağı haline gelebilir” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim’de “Aksa Tufanı” adıyla Gazze Şeridi’nden İsrail’e karşı başlattığı saldırı sonrasında binlerce kişi hayatını kaybetti. Gazze’deki hükümetin Medya Ofisi, önceki gün yaptığı açıklamada İsrail saldırılarında 5 bin 840’ı çocuk, 3 bin 920’si kadın olmak üzere yaşamını yitirenlerin sayısının 14 bin 128’e çıktığını kaydetti. Bombardıman nedeniyle Gazze’de yerle bir olan yapıların altında ise binlerce kişinin cansız bedeninin yattığı tahmin ediliyor. 

İsrail ile Hamas arasında yaşanan çatışmaların 47’inci gününde geçici ateşkese varıldı. Katar ile Mısır’ın arabuluculuğunda yürütülen müzakereler sonucunda esir takası anlaşması ve 4 günlük geçici ateşkes taraflarca kabul edildi.

Ancak taraflardan gelen açıklamalar çatışmaların uzun bir süre daha devam edeceğine işaret ediyor.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, yüzbinlerce insanın göç etmesine ve binlerce kişinin hayatına mal olan çatışmalar ve sonuçlarına dair değerlendirmelerde bulundu. 

Hamas, tarihinin hatasını yaptı. MOSSAD, AMAN gibi güçlü istihbarat örgütlerine “gel gel” yaptı. Bu süreçte ‘İsrail istihbaratının zaafı var’ gibi sayısız senaryo ve tartışmalar da yapıldı. Ancak birçok kişinin kafasındaki soruyu sormak istiyorum; 7 Ekim’de neler oldu? 

Bir ‘Filistin-İsrail çatışması uzmanı’ değilim, ancak Gilbert Achcar’ın “Aksa Tufanı” saldırısının hemen ardından ortaya koyduğu değerlendirmenin isabetli olduğunu düşünmüştüm. Akademik mesaisinin ve hayatının önemli bir bölümünü bu çatışmayı çözümlemeye adamış olan Lübnanlı sosyalist şarkiyatçı ve uluslararası politika uzmanının, Filistin-İsrail çatışmasının bu evresine ilişkin tespitleri şöyleydi: “Bundan elli yıl önce iki Arap devleti, Mısır ve Suriye, İsrail’in altı yıl önce Haziran 1967 Savaşı’nda ele geçirdiği toprakları geri almak üzere konvansiyonel bir savaş başlatmışlardı. Oysa, Hamas’ın şimdiki karşı saldırısı Davut’un İncil’de anlatılan dev Golyat’a karşı mücadelesinin cüretkarlığını akla getiriyor. Hamas savaşçıları, Davud’un sapanıyla yaptığına karşılık gelecek şekilde, ilkel hava, deniz ve kara araçlarını birleştirerek, Gazze Şeridi ile İsrail devleti arasında kalan sınır bölgesinin tamamı boyunca şaşırtıcı ve son derece cüretkar bir saldırı gerçekleştirdiler. Tıpkı 1973’te Arap komşularına yönelik kibirli özgüveninin paramparça oluşu gibi, İsrail’in Filistin halkıyla ilişkilerinde ve Filistinli gerillalarla mücadelede elde bir saydığı güvenlik ve cezasızlık da ağır ve onarılamaz bir biçimde tahrip oldu. Bu açıdan bakıldığında, Hamas’ın Ekim karşı saldırısı, İsrail halkına ve devletine savunmasızlıklarının ve barış olmadan güvenlik, adalet olmadan barış olamayacağı hakikatinin kuvvetle hatırlatılması anlamına geliyor.”

Achcar’ın harekatı, “Suudi Krallığı ile İsrail devleti arasında ABD’nin kotardığı yakınlaşmayı rayından çıkarmaya yönelik bir İran komplosu” olarak tanımlayıp, “Aksa Tufanı”nın hemen ertesi günü Batı’da ve Doğu’da ortaya atılan “çözümleme” girişimlerini “alçakça” diye nitelemesi boşuna değildi. Harekatın, kendi gücü ve etkisini, bunun Batı Şeria ve Gazze’de yarattığı maneviyatı ve direniş uzadıkça yaygınlaşan ve yoğunlaşan küresel ölçekteki “dekolonizasyon” ruhunun gerisindeki somut hakikati komplo teorileriyle inkâr girişimi, egemenlerin isyanın doğrudan doğruya ezilenlerin eziliyor olmasından kaynaklandığını görme ve kabullenmelerini önleyen körlüğün sonucu olduğu apaçık. 

Achcar’ın isabetle mim koyduğu gibi “Aksa Tufanı”nın ABD-İsrail merkezli okunuşu, “her baskıcı hükümetin bir halk isyanına karşı gösterdiği tepkinin aynısı. (Bu tutum) ezilen insanların kendilerini ezenlere isyan etmek için yeterli gerekçeye sahip olmadıkları ve böyle bir hareketin mutlaka bir yabancı hükümetin görünmez eliyle teşvik edilmesi gerektiği” varsayımına dayanıyor.

İsrail’in askeri acımasızlığı bilinen bir gerçek. Ancak bu kez farklı gözüküyor. Hem çok orantısız hem çok barbar; kadın, çocuk, sivil ayrımı yapmıyor. Çok güçlü uluslararası bir destek var. Dünya bu hali nasıl kaldırıyor?

Hamas’ın askerler ve sivillerden oluşan 240 kişiyi rehin alarak, -İsrail’in verdiği sayılara göre- çoğu “sivil” bin 200 kişinin ölümüne yol açması öylesine sarsıcıydı ki, daha sonra Gazze ve Batı Şeria’da en az 14 bin sivil Filistinli’nin canını alan vahşi misillemeler bile bu darbenin Tel Aviv’de yarattığı şok dalgalarının önünü kesemedi. Geçtiğimiz hafta muhalefet lideri Yair Lapid’in Netanyahu’nun istifasını istemesi ve bir “ulusal yeniden kuruluş hükümeti” kurulması çağrısı İsrail’de halkın ve kurulu düzenin gündeminin birinci maddesi oldu.

İran’ın Hamas’a desteği ise retorikten öteye geçmedi. Her ne kadar 7 Ekim sonrasında İslam Cumhuriyeti’nin kimi yetkililerinin Tahran sokaklarında “Aksa Tufanı”nı kutlamak maksadıyla şeker dağıttıklarına ilişkin haberler çıktıysa da İran, Filistin’e doğrudan bir müdahale olarak anlaşılabilecek her tür etkinlikten uzak durdu. 

Hamas aleyhine ve İsrail lehine olan hava, İsrail Ordusu’nun kıyıcılığının mağdurlarının binlerce Filistinli masum kadın ve çocuk olması karşısında dağıldı. BM Genel Kurulu’nda iklim tamamen Filistin’den yana dönmüş durumda. 

İsrail’in “sivil” kayıpların büyüklüğü ve sarsıcılığı gerekçesine sarılarak kanlı bir misillemeye girişeceğini öngörmek zor değildi. Ancak Netanyahu hükümetinin savaş sonrası bölge statükosunda Filistinliler için “soykırım” ve “tehcir” dışında hiçbir öngörüsü olmadığını saklamaya bile gerek görmeyişi, kuruluşundan bu yana İsrail üzerine en büyük soru işaretini astı. BM Genel Kurulu’ndaki “insani ateşkes” oylamasında Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan dışında hiçbir AB ülkesi, İsrail’in “hayır” çağrısının yanında yer almadı. “Aksa Tufanı”nı düzenleyenlerin amaçları ne olursa olsun, Netanyahu hükümetinin saldırıyı izleyen kaçınılmaz krize yanıt veremeyişi, savaştan çıkış için “Hamas’ı yok etmek” gibi imkânsız bir “plana” kilitlenmiş olması, İsrail için değilse de Netanyahu hükümetinin sonunun gelmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündürüyor.

Dünya kamuoyunda, ilk 15 gün boyunca özellikle bir şenliğe yönelik saldırıda gerçekleşen sivil ölümler ve rehin alma haberleri dolayısıyla hava Hamas aleyhine ve İsrail lehineydi. Ancak, İsrail misillemelerinin ve İsrail Ordusu’nun kıyıcılığının mağdurlarının binlerce Filistinli masum kadın ve çocuk olması karşısında bu havanın dağıldığını söyleyebiliriz. ABD, Birleşik Krallık, Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, Avustralya vb. küresel kuzey ülkelerinde çok geniş bir Filistin ile dayanışma havası doğdu. Bu yükseliyor. BM Genel Kurulu’nda iklim tamamen Filistin’den yana dönmüş durumda. İsrail, “Hamas saldırılarının boşlukta cereyan etmediğini” ifadeden kaçınmayan BM Genel Sekreteri Guterres’i doğrudan doğruya hedef ilan etti. İsrail devlet vahşeti dünya Yahudiliğini de parçaladı ve Ortodoks Yahudilerle Siyonistler arasındaki uçurumu derinleştirdi.

Türkiye’nin tavrını ayrıca ele almak gerekiyor. Kimisi “yeterli ve doğru” görürken, kimisi “aman biz bu işe karışmayalım” pozisyonunda duruyor. Öncelikle iktidar cephesinin tavrını nasıl görüyorsunuz? 

İsrail’in Gazze’ye yönelik vahşi misillemeleriyle uluslararası kamuoyunun ilgi ve sempatisinin Filistin’e döndü. Sonrasında, Ankara ne kadar yüksekten atmaya başlamış olsa da Erdoğan rejiminin tutumunun esasen Tel-Aviv’e ayarlı olduğu bir vakıaydı. Erdoğan rejimi açısından “Aksa Tufanı” harekâtı hiç de beklenen ve arzulanan bir gelişme değildi. Hatta bir baş ağrısıydı. Nitekim “şükür namazı” kıldığı görüntüleri sosyal medyaya düşer düşmez İstanbul’da ikamet eden Hamas’ın sürgündeki lideri İsmail Haniye, “nazikçe” ülkeyi terke davet edildi. Hamas’ın eski siyasi liderleri Halid Meşal’in Katar’dan Türkiye ve diğer İslam ülkelerine yönelttiği “bir İslam Zirvesi gerçekleştirme” çağrısının da laftan öteye gitmeyeceği, 11 Kasım’da İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nin Suudi Arabistan’ın Riyad’da şehrinde yaptığı olağanüstü ortak toplantının sonuçlarından açıkça görüldü.

Ancak rejimin (AKP), gidişata bakarak, havayı koklayarak ve eğilimleri yoklayarak iç ve dış politika ihtiyaçları arasında denge kurmak üzere Filistin-İsrail çatışmasında “arabulucu” konumuna yerleşmeyi hedefleyen bir taktik yöneliş içine girdiğini söyleyebiliriz. Erdoğan dış politika hattının esaslarını 14. Büyükelçiler Konferası’nda şöyle ifade etmişti: “Avrupa Birliği ve NATO müttefikleriyle pozitif gündemi sürdürmekte kararlıyız. Türkiye’nin her alanda daha çok üretip, daha fazla ihracat yapmaktan başka çıkış yolu bulunmuyor. (Büyükelçiler) Türk ürünlerinin tanıtımı, iş dünyamıza yeni pazarlar bulunması, ülkemize daha fazla turist çekilmesi noktasında girişimlerini artırmalı.”

Erdoğan, bu çerçevede uluslararası kamuoyunda Filistin’den yana esen havayla yelkenlerini doldurmak istedi. “Bu çatışmaya bir çözüm bulamamakla Avrupa ve ABD’nin içine düştüğü siyasal ve ahlaki başarısızlık”la arasına mesafe koymak açısından Berlin ziyaretinde önüne gelen fırsatı da tepmedi. İsrail’in insanlık suçlarına ortak durumuna düşen Almanya’ya “bizim sırtımızda Holokost kamburu yok” demeye getirdi. İsrail’i, Gazze katliamı dolayısıyla Almanya kamuoyu önünde yerden yere vurdu. Ama öte yandan Ukrayna (ve batı) ile Rusya arasındaki savaşta üstlendiği “arabulucu” rolünün faydalarını da hatırlatarak, Hamas ve ABD/İsrail arasında “esir takası” ve Filistin’de “çatışma çözümü” konusunda rol sahipliği iddiasını göze sokmayı ve Scholzu da bu rolü değerlendirmeye davet fırsatını kaçırmadı.

Hakan Fidan’ın Antony Blinken’e yönelik mesafeli duruşu iktidar kaynaklarınca alkışlandı, bu konuda siz ne dersiniz?

Erdoğan ve Fidan’ın uluslararası ilişkilerdeki jest, mimik ve retorikle sürdürdüğü siyaset tarzı, gerçek kuvvet dengesi zeminlerinde muhatapları ile süregiden eşitsizliklerin iç politika maksatları çerçevesinde gösteriler yoluyla telafisini gözeten bir halkla ilişkiler stratejisinin parçası. Daha kısa bir ifadeyle bunu “yağmasan da gürle” siyaseti diye özetleyebiliriz.

NATO müttefikleriyle savaş ve çatışma söz konusu değil. Komşuların topraklarını ilhak ve çatışma pahalı; ama jestler ve “bir zamanlar buralar bizimdi” edebiyatı sudan ucuz. Kameralar önünde “Blinken’le kucaklaşmıyorum” gösterisi biter bitmez kapalı kapılar arkasında Blinken ile diz dize “biz Hamas ile bir konuşalım bakalım” mahremiyeti, Erdoğan tarzında bükülmüş Türk dış siyasetinin olağan pratiği.

Savaşın bölgeye yayılma riski nedir, yayılırsa nerelere yayılır, kimler etkilenir?

Savaşın bölgeye yayılması riski, ilk bir ay içinde varsa vardı. Ancak bu olasılığın gizli ve açık diplomasi, politika ve askeri tedbirler yoluyla şimdi en aza indirgenmiş olduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin dünya siyaseti başından beri bu olasılığı bertaraf etmeye hasretmişti. ABD diplomasisi, İsrail ile birlikte Lübnan Hizbullahı ve İran’ı hedef almaması, belki de Türkiye ve Katar gibi ülkelerle de Hamas’ı İsrail’in nükleer silahlara başvurmasına yol açabilecek kışkırtmalardan uzak tutmaları için görüşerek çatışmanın İsrail-Filistin ekseni içinde sınırlanmasına yoğunlaştı.

 Savaşın bölgeye yayılma olasılığı gizli ve açık diplomasi yoluyla en aza indirgenmiş durumda. ABD diplomasisi, çatışmanın İsrail-Filstin ekseni içinde sınırlanmasına yoğunlaştı. 

Nitekim İsrail’in “nükleer silahları” meselesinin diplomatik mahfillerde gündeme gelmiş olduğunu, “çocuktan al haberi” misali Erdoğan’ın Berlin konuşmasından okumak mümkün. Erdoğan’ın “Hamas’ın nesi var, İsrail’in nükleer silahları var ama söylemezler. Onlar hep yalan söylerler” sözleri durup dururken ortaya atmış gibi göründü. Ancak bu sözlerin böyle bir bağlamı olduğunu düşünmek için neden var.

ABD, bir yandan savaş gemilerini gönderiyor bir yandan da hava savunma sistemlerini artırıyor. Haliyle ‘ne oluyor sorusu’ doğuyor. ABD’liler, İsrail-Hamas çatışmasında üçüncü bir tarafın ortaya çıkmasını caydırmak amacıyla bunu yaptığını söylüyor. Bu üçüncü bir tarafı biraz somutlaştırır mısınız. Kimlere mesaj veriliyor?

Nükleer silah yüklü ABD donanmasının Doğu Akdeniz’deki varlığını giderek artırması, bir yanda İsrail’e “nükleer konuları bana bırak”, öte yandan İran’a “Hizbullah’ı devreye sokma” yolunda büyük harflerle verilmiş mesajlar olarak okunmalıydı. Dediğim gibi; bu olasılık vardı, ancak çatışma Gazze’de lokalize edilerek, Şerit’teki yerleşimlerin yerle bir edilmesi ve onbinlerce Filistinlinin hayatının tarumar olması pahasına şimdilik ötelenmiş görünüyor.

“Üçüncü taraf” teriminin ABD dışişleri tarafından dile getirildiğini işitmedim. Ama bunun, çatışma Hamas-İsrail parantezinden çıktığı takdirde İran, Suriye ve Irak Şii güçlerini kapsayan “Direniş Ekseni”nin doğrudan savaş sahasına dahil olmaları kaygısını ima ettiğini düşünebilirim. Böyle bir gelişmenin zincirleme olarak Suriye, Lübnan, Ürdün, İran, Rusya, Türkiye ve Çin’i de etkiyerek bir anda küresel bir krize dönüşmesi olasılığı başka dolayımları gerektirse de vardı.

Cumhubaşkanı Erdoğan ara ara “Haçlı-Hilal” hatırlatmalarında bulunuyor. Bu söylemin altında ne var ve Avrupa’da nasıl yankı buluyor?

Türkiye’nin Erdoğan döneminde dış politikada yüksek perdeden konuşması artık kanıksandı. Ancak eski tabirle “Hilal-Salip (Hilal-Haç)” ikiliğine dayalı provokatif olduğunu sandığı konuşmalarının Avrupalı muhatapları ve Avrupa kamuoyunda herhangi bir hükmü yok. Bütün yakın dönem araştırma ve yoklamalarının gösterdiği gibi Avrupa çoktan post-Hristiyanlık evresine geçti. Batı, Kuzey ve Orta Avrupa’da 16-29 yaş arasındaki nüfusun yüzde 70’inin dinle bir ilgisi yok. Hristiyan adı taşıyan partilerin seçmenlerinin bile Hristiyanlıkla ilgileri muğlak. Hristiyanlığın tarihsel merkezinde Hristiyan değerler artık siyasete yön vermiyor. İşin ironik yanı, Erdoğan’ın en iyi anlaştığı “Avrupalılar” başta Putin olmak üzere, Rusya, Macaristan, Polonya gibi illiberal, LGBTİ düşmanı Doğu Avrupa “Haçlı” statükosu liderleri.

Bu söylem “Haçlılar”dan çok, Erdoğan’ın kendisine nüfuz alanı aradığı Sahra Altı, Afrika Boynuzu ve Orta Afrika’daki Fransa, İngiltere, İtalya’nın terk ettikleri uluslararası alandan yalıtılmış eski sömürgelerin siyasi İslam’ın nüfuzu altındaki egemen güçlerine hitabı amaçlıyor. Şiiler arasında ve Vahabi dünyasında bu çeşit siyasetin alıcısı yok, daha doğrusu onlar Erdoğan’ın rakipleri.

Filistinliler, “Ecdadın idaresi” denilen şeyin Osmanlı sömürgeciliği demek olduğu biliyor. Osmanlı geçmişine dönme özlemiyle tutuşan bir Filistin muhayyilesi hiç olmadı. Ama bu safsatanın içeride müşterisi çok.

Ne var ki Hamas’ın “Aksa Tufanı” harekatı, Filistin’de, İslam ülkelerinde, Batı’da ve Amerika kıtasında bir İslami çıkış, İslami kurtuluş atağı veya bir İslam Devleti arayışı olarak okunmadı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) artık doyuramadığı özgürlük özlemlerinden beslenen Filistin yurtseverliğinin İsrail’in apartheid rejimine karşı bir onur ayaklanması olarak karşılık buldu. O nedenle “Aksa Tufanı”yla birlikte Filistin’de, Arap Direnişi’nde ve uluslararası antisömürgeci dayanışma evreninde, öteki dünyaya özgülenmiş bir İslami cihat özlemi değil, “nehirden denize özgür Filistin” hedefi parıldar oldu.

Erdoğan Türkiye’sinin “nehirden denize özgür Filistin” idealiyle neden barışamayacağını hiçbir şey Erdoğan’ın sözleri kadar yalınca ifade edemez. Erdoğan, çatışmanın tarihsel bağlamı hakkında konuşmaya kalktığında şu incileri yumurtlamıştı: “İnsanlığın en eski yerleşimlerine, medeniyetlerine beşiklik eden Kudüs merkezli coğrafyadaki her kökenden ve inançtan insanlar ecdadımızın idaresinde asırlarca barış ve huzur içinde yaşamıştı. Maalesef bu bölge Birinci Dünya Savaşı’nın ardından orayı terk etmek zorunda kalmamızla birlikte kanın, gözyaşının, gerilimin, çatışmanın, işgalin eksik olmadığı bir yere dönüştü.”

Filistinliler, “Ecdadın idaresi” denilen şeyin Osmanlı sömürgeciliği demek olduğu biliyor. “Birinci Dünya Savaşı’nın ardından orayı terk etmek zorunda kalmamız” diye ifade edilenin Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları ittifakının Fransa, İngiltere ve Rusya ittifakıyla giriştikleri emperyalist savaşta yenilerek sömürgelerini elden çıkarmak zorunda kalmış olması demek olduğunu biliyor. Osmanlı geçmişine dönme özlemiyle tutuşan bir Filistin muhayyilesi hiç olmadı. Ama bu safsatanın içeride müşterisi çok.

Dolayısıyla Erdoğan’ın dilinin kurcaladığı yerde, yeni küresel koşullarda eski hakimiyet alanına bir şekilde yeniden demir atma hırsı yatıyor. Erdoğan, “Bir zamanlar buralar bizimdi” derken, Filistinliler’e bir millet olmaya ve kendi kaderlerini tayine hak sahibi olmadıklarını, görebilecekleri en güzel rüyanın dedelerinin “Osmanlı köleliği” dönemine hasret çekmekten ibaret olabileceğini anlatmaya uğraşıyor. Filistin’e kendi rüyasını görmeyi, “yeni Osmanlı” himayesini öneriyor; Erdoğan rejimine sığınmak. Onun bölgesel pazarlıklarının kozu olmak.

Türkiye’nin etkin bir aktör olup olmamakla ilgili düşünceniz kapsamında soracak olursam; neyi nasıl yaparsa etkin bir aktör olabilir?

Türkiye’nin mevcut statüko dahilinde Filistin’in kurtuluşu için yapabileceği en önemli ve değerli hamle, parçalanmış bir eski Osmanlı sömürgesi olarak Filistin ile neredeyse aynı kaderi paylaşan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak ve bu tanımanın gereğini yerine getirmekten ibarettir. Böyle bir kabul üzerine yükselen bir yeni rejim kaçınılmaz olarak bölgede özgürlükçü yeni bir dalganın ve sömürgecilik karşıtı bir dış siyasetin kaynağı haline gelebilir. Böylece tüm bölgesel güç denklemini değiştirecektir. Böyle bir Türkiye henüz yok. Ama kurucu dinamikleri her şeye karşın hareket halinde. 

Türkiye’nin Filistin’in kurtuluşu için yapabileceği en önemli ve değerli hamle, Filistin ile aynı kaderi paylaşan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak ve bu tanımanın gereğini yerine getirmektir. 

Filistin’in kurtuluş mücadelesinin seküler ve sol damarı 1980’lerde İsrail’in Beyrut işgaliyle koparıldı. Erdoğan’ın, onlarla omuz omuza mücadele ederek, hayatlarını Filistin davasına armağan eden Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin açtığı yolu tıkamaya, Filistin’e İslami kabuller üzerinden yeniden nüfuz çabası boşuna değil. Buna kanacak olanların aklını başına toplaması için “Mavi Marmara” hikayesi bir ibret belgesi olarak oracıkta duruyor.

MA / Sedat Yılmaz – Sincan 2 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here