Haberler Muhalefet

POLİTİK DEĞERLENDİRME| ”Demokrasi İttifakı’nın yerel ayaklarını inşa edelim”

Her gün bir alanda veya bir yerde bir kriz, savaş, ekolojik felaket veya felakete davetiye çıkaran faaliyetler hakkında haberler
alıyoruz. Sistem, kriz sarmalına doğru ilerledikçe esneme kabiliyetini kaybediyor; böylece artık yerel veya kısmi/sektörel


düzeyde ortaya çıkan sorunlar hem kendi içinde hızla derinleşiyor ve kriz halini alıyor hem de diğer alanlarda başka sorunların ortaya çıkmasına veya derinleşmesine neden oluyor.
Piyasa mekanizmasının iç işleyişi, karşılaştığı yapısal sorunlarla baş etme yeteneğine sahip olmadığı için büyük ve ani
dalgalanmalar yaşanması neredeyse artık ekonominin genel
kuralı haline gelmiş durumda. Örneğin doğaya etkileri bir kenara kapitalist ekonomiler için temel girdilerden olan petrolün
fiyatında son iki senede hem artma hem azalma yönünde çok
büyük bir hareketlilik yaşanıyor. Pandeminin patlamasıyla birlikte Nisan 2020’de petrolün fiyatı negatife düşmüşken (yani
petrol alana üstüne para teklif ediliyordu!) pandemi tüm hızıyla devam etmesine rağmen tüm dünya hükümetlerinin sağlık
önlemlerini bir kenara bırakması sonucunda mal ve hizmet
üretimde görülen nispi artış, petrol fiyatlarını hızla tırmandırdı. En son dünyanın önde gelen fosil yakıt üreticilerinden
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle petrolün varil fiyatı 120
dolar seviyesine yaklaştı. İki sene gibi kısa bir süre içinde temel bir girdinin fiyatında yaşanan bu müthiş dalgalanma, piyasa koşullarına mahkum edilen ekonominin istikrara kavuşma
hayallerini boş bir kuruntuya çeviriyor.
Ekonominin kötüye gitmesi, şirketler ve devletler arası ekonomik-politik rekabetin kızışmasına neden olur her zaman.
Politik alandaki rekabette savaş araçları, “normal” zamanlara
göre kendilerini daha kolay, daha hızlı ve daha cüretkar gösterirler.
Mevcut küresel vaziyet, Türkiye’nin içsel sorunlarıyla birleştiğinde hayat pahalılığının ve iktidarın baskısının her geçen gün
ağırlaşması sonucu doğuruyor. Ekonomi alanında şu anda ülkenin toplam dış borç stoku gibi kimi göstergeler, Türkiye tarihinin en büyük ekonomik bunalımı olan 2001 Krizi dönemine
nazaran daha kötü durumda; işsizlik ve enflasyon oranları da

kriz zamanlarını aratmayacak seviyelere ulaştı. Hükümet, kötü
gidişatı, günü kurtarmaya dönük çeşitli idari tedbirlerle durdurmaya çalışıyor. Ancak doların fiyatını sabit tutabilmek için Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin hızla tüketilmesine karşın
doların fiyatının yine de yükselmesi örneğinde olduğu gibi atılan adımlar hem esas yaraya merhem olmuyor hem de daha büyük sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Erdoğan’ın iktidarının ilk yıllarında övündüğü ekonomi, şu anda onun canını
en çok yakan (toplumsal destek anlamında) konu haline geldi.
Politik alanda ise tek adam rejiminin baskısının dozunun giderek arttığına ve yayıldığına şahit oluyoruz. Hükümetin kontrolündeki yargı makinesi, her türlü muhalif sesi susturmak için
sürekli çalışıyor. Basın ve sosyal medya üzerindeki baskılar artıyor. Her gün yeni bir toplumsal kesim “vatan hainliği” veya
“dış güçlerin maşalığı” suçlamalarıyla tanışıyor. Cumhur İttifakı’nın elinde söyleyecek yeni bir söz, yalandan da olsa yeni
vaat kalmadığı için bir yandan baskının dozunu artırarak öte
yandan da seçimler yaklaşırken seçim kanununu yap-boz tahtasına çevirip kendi çıkarına en uygun hale getirmeye çalışarak
ayakta kalmaya çalışıyor.
Onların “çözüm”ü
Tüm dünyada kar oranlarının zayıf seyretmesi (ekonomik kriz
koşullarının olgunlaşmaya devam etmesi) karşısında kapitalistlerin ürettiği tek “çözüm”, emek ve doğa sömürüsünü yoğunlaştırmak. Her türlü bilimsel çalışmanın ortaya serdiklerine,
1970’lerden bu yana verdikleri tüm sözlere ve imzaladıkları
onlarca anlaşmaya rağmen hiçbir devlet, ekolojik krize karşı
gerçekçi adımlar atmadı. Ekolojik krizin en görünür yüzü olan
iklim krizinin baş sorumlusu olan fosil yakıtların kullanımı ve
dolayısıyla atmosferdeki karbon miktarı tehlikeli boyutlarda
artmaya devam ediyor. Fosil yakıtların kullanımını azaltmak
bir yana bunlar üzerinden çekişmeler, savaşlar, işgaller neredeyse günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda.
Bir de bunun üstüne ekonomik kriz tehdidinin inatçı varlığı
karşısında patronların ve devletlerin seçtikleri yol, işçileri düşük ücretli/sendikasız/güvencesiz çalışmaya mahkum etmek.
Böylece bir yandan ekonominin genelinde emek sömürüsü
artarken öte yandan madencilik, inşaat, enerji üretimi gibi
hem emek hem de doğa üzerinde büyük baskı yaratan alanlarda yatırım patlaması yaşanıyor.
Uzun süredir Türkiye’de en fazla yatırım yapılan alanların yukarıdaki (hem emek hem de ekoloji yönünden “kirli”) sektörler olması tesadüf değil. Bu alanlar ucuz emeğin bolca kullanıldığı, kısa vadede yüksek karlar getiren ve aynı zamanda
ekolojik dengeyi en çok zorlayan sektörler arasında. Devletin
doğrudan-dolaylı desteğini alan özel şirketler, arkalarında beton yığınları ve yok edilmiş tarım ve orman arazileri bırakarak ilerliyor. Üstelik bütün bunların parasal faturası otoyol ve
köprülerden alınan yüksek bedeller, yüksek elektrik faturaları
ve hepimizin cebinden çıkan vergilerle finanse edilen geçiş/
kullanım garantileri şeklinde yine bize yansıtılıyor.
Gerçek çözüm
Emeğin ve doğanın tahrip edilmesinin, savaşların, işgallerin
ortak noktası, hepsinin de egemenlerin ekonomik ve politik
güç hırsından besleniyor olması. O yüzden bu kara tablonun
gerçekçi, sıradan insanın ve doğanın çıkarlarını merkeze alan
bir alternatifini inşa etmek zorundayız. Bu alternatif ancak
kolektif ve demokratik bir şekilde oluşturulabilir. Çıkış noktamız ise “kar değil, doğa ve insan” olmalı.
Son dönem Türkiye politik arenasında tartışılmaya başlanan
“üçüncü yol” veya “demokrasi ittifakı”, bize bu alternatifi
inşa etme fırsatı sağlıyor.
Yeşil Sol Parti olarak demokrasi ittifakının yerel ayaklarını
oluşturmaya dönük her türlü çabaya elimizdeki tüm imkanlarla katkı sunmayı kararlaştırdık. Bu perspektifle Mart ayında
önce tüm üyelere açık bir çevrimiçi toplantı gerçekleştirdik.
Bunun ertesinde yerel il toplantılarına başladık. Örgütlü olduğumuz her ilde oranın koşullarına uygun olarak neler yapabileceğimizi tartışıyoruz. Bu tartışmalardan hareketle önümüzdeki dönemde o yereldeki tüm demokrasi, emek, ekoloji, insan
hakları inisiyatiflerini demokrasi ittifakına katmayı amaçlayan
faaliyetlere başlayacağız.
Bu faaliyetler için elimizde tek bir reçete yok. Her ilin kendine
ait farklı koşullarını dikkate alarak ilerlemek zorundayız. Elbette demokrasi ittifakının genel politik ilkelerinden taviz vermeden (milliyetçilik ve cinsiyetçilik dahil her türlü ayrımcılığa
ve doğa katliamına karşı emekten ve doğadan yana mücadele
etmek, sorunların kolektif çözüm araçlarını inşa etmek için
birlikte harekete geçmek gibi), ama başlangıç noktası, yapılacak faaliyetler ve oluşturulacak inisiyatifler konusunda esnek
davranmak gerekiyor.
Örneğin bir ilde Demokrasi Konferansı’nın yerel ayağını oluşturmak için bir girişim başlatılmışsa o ildeki demokrasi ittifakının başlangıç noktası bu alan olabilir, ittifak fikrini bu yerel
inisiyatife götürerek başlayabiliriz; başka bir ilde ana gündem
ekoloji ise o mücadelenin bir parçası olarak ittifak fikrinin
orada da tartışılmasını sağlamak için çaba sarf etmeliyiz vb.
Önemli olan kimseyi dışlamadan, politik ilkelere uygun, sağlıklı bir tartışma ve faaliyet alanları oluşturmaktır.
Bir süredir Türkiye’de politik hayat, özünde birbirine çok benzeyen iki bloklu bir cendereye tıkıştırılmaya çalışılıyor. Bu cendereyi emekten, barıştan, doğadan ve gerçek bir demokrasiden yana, kolektif bir mücadeleyle kırmak görevi önümüzde.
Hepimize kolay gelsin.

Yeşil Sol Bülten

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir