Kültür Sanat

ÇAYE BERBENA? / İDRİS ERDOĞDU

Akşam karanlığında apar topar buraya getirildiğimde; önce hafif hafif ardından şiddetlenerek yağan yağmur, ıslak karanlığın içinden süzülüp parke taş yollarda göllenmişti. Arkamdaki servilerden birine tünemiş baykuş arada bir keskin çığlıklar atıyordu. Ana yoldan konvoy halinde geçen otomobiller, karşımdaki duvarın yanına arka arkaya dizilerek park ettiler. Yağmur şiddetini iyice artırdı. Araçlardan inenler duvarın ardına sıralanıp beklemeye başladılar. Havada anlayamadığım bir gerginlik var.

Arnavut kaldırımlı yolda az bir kalabalıkla yürüyorduk. Duvar kenarındakiler kalabalığı şüpheli gözlerle izliyordu. Önüm sıra yürüyen kalabalıkla aramızdaki mesafe, konuşulanları duyamayacak kadar uzak. Nedenini anlayamadığım bir şekilde yanımda tanımadığım iki kişi yürüyor. Sırtımda ince bir hırka varken bir yağmurluk iki bileğimi sıkan çeliğin üzerini örtüyor.

Kalabalık, bir toprak yığınının önünde durakladı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum, bunun için ileri bir hamle yapınca yanımdakiler kollarımı sıkıca tutup hareket etmemi engellediler. Yağmurluğu yavaşça sıyırıp yere düşürdüm. Yanımdakilerden biri yere eğilince ayağımla çamura bastırdım. Yağmurluğu kurtarmak için diğeri de eğilince, ellerinden kurtulup kalabalığın çeperine kadar ilerledim. Benim hareketimle servi ağaçlarının gölgeleri huzursuzlandı. Yağmurlukla cebelleşenler durumu anlayınca hışımla kollarıma girip az önceki yerime götürdüler. Ben yerime geçince gölgelerdeki görüntülerde rahatladı.  Beyaz mermerlerin arasından ağır ağır yayılan karanlık etrafımızı iyice kuşattı.

Toprak yığının üzerinde duran küçük kız çocuğunu fark ettim. Kahverengi eteğinin üzerine giyindiği beyaz gömleği ve eteğiyle aynı renkte boyun bağı var. Yağan yağmura rağmen öylece dikiliyor.

Nedense benim dışımda kimse onun orada olduğunu fark etmedi, kızın yanından geçip arkadaki kamyonete doğru gittiler. Yeşil bir kamyonetin arkasında büyükçe bir kutu var. Kalabalıktan ayrılan altı kişi kutuyu karşılıklı tutarak toprak yığınının kenarına getirdiler. Beyaz mermerlerin arasından yayılan karanlık tüm ağırlığıyla daha bir görünür oldu. Kutuyu taşıyanların yüzlerindeki kaygı karanlığın tedirginliği ile eş zamanlı arttı. Yanımdaki iki kişi hiç ayrılmadı. Gözlerim yeniden küçük kızı aradı, orada olduğu yerde duruyor. Gözlerimiz kesişti; yanar dağın bacasından akan lavları andıran kaynayan iki pınar. Sıcacık, ışıl ışıl ama öfkeli.  Küçük kızı bir yerlerden hatırlıyorum. Yanıma gelip elimden tutuyor. Yanımdakilerin  onu fark etmediklerini anlıyorum. Küçücük elleriyle bileklerimdeki çeliğe dokunuyor, kelepçeler çözülüyor. İkimiz birlikte oradan uzaklaşıyoruz.  Sisler arasından geçip kocaman bir meydana çıkıyoruz. Meydanın ortasında yükselen ateşin etrafında kalabalık bir grup halaya durmuş. Meydan nehir kıyısına kadar uzanıyor. Nehrin karşı kıyısında heybetli surlar yükseliyor. Meydan ve surlar baharın tüm renklerine bulanmış. Halaylar müziğin coşkusuyla büyüdükçe büyüyor.

Allı yeşilli mendiller müziğin ritmiyle inip kalkıyor. Meydandaki kalabalık insan denizine dönmüş. Her denizin nasıl ki bir çarşaf, bir de deli dalgası varsa meydan da öyle. Meydanın uzak köşelerinden birinde tiz bir keman sesi duyuldu. Kılıfından sıyrılmış, gergin, tellerinden yükselen tınıları surlara çarpan bir keman sesi. Ses arsız bir barut kokusuna boğuldu. Kemanın çıplak gövdesinden insan denizinin kıyısına iki damla kan süzüldü.

Genzimi yakan barut kokusundan uzaklaşmak istedim ancak o iki adam yeniden yanımda belirdi, kollarımı sıkıca kavradıkları için olduğum yerde çırpındım durdum. Yağmurlu arnavut kaldırımlar ile meydan arasında gidip geliyorum. Karanlık halka, arkasına saklandığı siyah camların yansımalarından ara ara parçalanıp kızıl alevler püskürtmeye başladı. Servilerin arkasında saklanan gölgeler de alevleri körüklemek için yarışa katıldılar.  Alevler o kadar yüksek ve yakındaydı ki yanımdaki adamlar alevlerden kaçmak için bir dakikalığına beni bırakmak zorunda kaldılar. Boşlukta kendimi toprak yığının üzerine attım. Yığının etrafındaki kalabalık beni sarmaladı, içim ısındı. Ellerindeki kutuyu açıp açmamakta karasız kaldılar. Alevler ve havaya yayılan barut kokusu keskin gaz kokusuyla karıştı. Yoğun bir duman altında kaldık.

Duman dağıldıkça meydana yayılan dalgaların nehrin karşı kıyısındaki surları dövdüğünü görebiliyordum. Yüz binlerce yürek, dil, göz, el hepsi tek bir kişiymiş gibi bana döndü. Sessizliği dev çelik kanatların patırtısı bozdu.

Toprak yığının yanındaki çukurun içine inen iki kişi kutunun iki başından tutup özenle yerleştirdiler. Kutunun kapağı açılınca beyaz bezlere sarılmış bedeni gördüm. Karşımda dizlerinin üzerine çömelmiş oturan kardeşim ellerimi tutmak için uzandı. Çukur aramıza girdi. Bu çukur bir mezar! Kardeşim ve ben neden buradayız? O neden bu kadar üzgün? Az önce alevlerden kaçan adamlar da yanıma gelip çömeldiler. İlginç! Onlar da üzgün. Çocuk sessizce yanımda duruyor.

Sesler sesler, bağırışlar, küfürler, taşlar; etrafımı yeniden duman sardı. Genzim yanıyor, gözlerim yaşarıyor, ciğerlerim ağzımdan çıkacakmış gibi oldu. Tanımadığım biri limonla gözlerimi yıkadı. Nereden geldiğini bilmediğim bir taş iki küreğimin arasında patladı, taştan dumanlar püskürüyordu. Mezarın içindeki adamlardan biri beni aşağı çekti. Çukurun içinde çok tanıdık bir koku var. Huzurlu, sıcacık, masum kıvrılıp kutunun içine giresim geliyor.

Gömdürmeyiz! Ölürüz de gömdürmeyiz. Çıkarırız, yakarız, istemiyoruz! Sesler yaklaştıkça karanlık koyulaştı, mekanlar karıştı.

İnsan denizinin yanında vurulan kemanın telleri titreşti. Kemana sarılan bir kız çocuğu kum yığınına oturmuş kemanın yaralarını okşuyordu. Deniz çelik kanatların gürültüsüyle dalgalandı. İleri… geri… ileri, geri. Dipten gelen büyük bir gürültü nehrin kıyısından surlara çarpıp meydana dağıldı. Kum tepesindeki çocuk iki damla kanın üzerine iki gelincik bırakıp başını kemana yasladı. Kemanın gövdesindeki çatlak büyüyüp meydanın kalbine ulaşınca; deniz, açılan çatlaktan nehre doğru, surları aşıp bulvarları, küçeleri basan bir dev dalgaya dönüştü.

Meydanda bir kutunun içinde sıkışıp kaldım. Çırpınıp duruyordum, kutunun duvarları iki dirseğimi yana açacak kadar geniş. Ayağa kalkmaya çalıştım, kafam tavana çarptı. Kafesli bir pencereden dışarısı görünüyordu. Dışarıdaki nesneler o kadar hızlı hareket ediyordu ki takip etmekte zorlanıyordum, başım dönüyordu. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatınca anladım ki hareket eden nesneler değil, kutuydu. Kutu ağaçlı yollardan geçtikten sonra beton yığınlarının arasına daldı. İşte o sırada kendimi kabarmış dev bir dalganın içinde buldum.

Düştüğüm yerden kalkmak için çabalıyordum ancak bileklerimdeki çelik hareket ettikçe sıktı, artık parmaklarımı oynatamaz hale geldim, çukurun içine düştüm. Gaz, duman ve beyaz bez içinde sarılı beden…

Ateş püsküren karanlık kollarımdan kavrayıp yukarı çekti. Kardeşimle sarıldık, o hala ağlıyordu. Anlamıyorum!

Başımı arkadan gelen seslere çevirdim. Karanlığın arasından süzülen yalımlar önümdeki toprak yığınına saldırıyordu. Kardeşim yüzükoyun çukurun üzerine kapanmıştı. Kazma, kürek, taş, tekme, çamur, gaz, çığlık ve parçalanmış kutu içinde çamura bulanmış beden, yeşil kamyonetin arkasında hızla uzaklaştı. Çukur artık dipsiz bir karanlık…

Kendi çığlığımla uyandım. Dalganın çarpmasıyla kutunun dışına çıkıp beyaz köpüklerle bir küçeden içeri daldım. Karşıdan karşıya gerilmiş iplerin üzerine atılı halıların arasından geçip dört ayaklı bir minarenin dibinde durdum. Önüme bir güvercin düştü. Kanatları ak bir güvercin. Yüreğinden fışkıran kan beyaz bir pınar olup kentin meydanını yıkıyor.

Suların içinden sıyrılmaya çalışıyorum. Çıplak bedenime çarpan damlaların her biri bir kurşun adeta… Hortumu tutan güçlü bir ışığın arkasına saklanmış. Kollarım askıda kalmaktan acıyı hissetmiyor. Küçük kız incitmeden beni askıdan indirip yemyeşil bir derenin kıyısına götürdü. Su tanecikleriyle oynuyorum, üzerimden dökülen çalganlar saçlarımı yıkıyor. Karşı kıyıdan yaşlı bir kadın geçti, kokusu tanıdık. Çukurun içindeki koku… Elleri kınalı, saçları kırk örükle ince beline kadar düşmüş, patikadan yürüyüp mağaraya girdi. Gözden kayboluncaya kadar izledim. Mağaranın önünde isli duvarlara sokulmuş onlarca mum yanıyordu.

Üzerime dökülen tazyikli suya daha fazla direnemedim. Gücüm tükendi, kendimi bıraktım. Ara ara sesler duyuyordum. Ardı ardına kapılar; üç kere açılıp, üç kere kapanıyor. Ardı sıra üç kilit sesi. Yine bir kutunun içindeyim, bu sefer iki demir kapısı olan; kapının ortasında açılır bir pencere ve günde üç kere halimi görmek için uzanan üç numara tıraşlı başlar.

Tüm görüntüler birbirine karıştı, sesler gelip gidiyor. Kime ait olduğunu bilmediğim sesler. Beyaz önlükler içinde ayakta konuşuyorlar. İki bileğimi sıkan çelik bu sefer sağ bileğimden ranzaya bağlı. Sesler git gide uzaklaşıyor.

Kapıyı kapatın lütfen, yorgun düştü biraz dinlensin. Uzun zamandır konuşma becerisini kaybetti. Hafızası gelip gidiyor.

Aralık kapıdan bölük pörçük sesler geliyor. Kim bunlar, kimden bahsediyorlar? Ben neden buradayım?

….

Doktor hadi uzatma daha işimiz var. Yaz ne yazacaksan, biz gidelim. Uyandırın şunu. Otel mi burası, uyuyacakmış, yorgunmuş. İçerİde istediği kadar uyusun.

Sesler yeniden yakınlaşıyor. Yoğun ışık gözlerimi alıyor.

Işığı gözlerinin içine tutacağım, lütfen ışığı takip eder misin?

Doktor hayırdır, lütfen falan, ne oluyoruz?

Beyefendi hastamı muayene ediyorum. Sizin burada olmamanız gerekirdi, çıkmadınız bari izin verin işimi yapayım.

Adam iki adım geri çekildi ancak hala söylenmeye devam ediyor.

Doktora neden geldim?

Bu koşullarda cezaevinde kalması uygun değil, hafızası yavaş yavaş siliniyor. Daha da kötüsü konuşma kayboluyor. Çıkardığı sesler konuşma olarak değerlendirilemez.

Boş ver bunları doktor. Bunlar boş laf, bizim karnımız bunlara tok. Baksana eli ayağı tutuyor, bakışları cin gibi. Dediğim gibi uzatma, ne yazacaksan yaz, biz gidelim.

Işık gözlerimden uzaklaşıyor, ışık uzaklaştıkça görüntü daha bir netleşiyor. Meydan hınca hınç dolu, insan denizi kendini müziğin ritmine kaptırmış, beyaz güvercinler uçuşuyor.

 ÇAYE BERBENA? * 

*Neden ağlıyorsun?

İdris Erdoğdu
Erzurum İli, Şenkaya İlçesi, Gezenek Köyü’nde dünyaya geldi. Eğitimci. Eğitim-Sen üyesi.Bit Muayenesi öyküsü ile Alt Kitap 2018 öykü ödülü 1. ve Karakoyun isimli öyküsüyle Ümit Kaftancıoğlu 2019 Öykü Ödülü mansiyon aldı. Öyküleri internet dergileri ve basılı yayınlarda yer almakta.

 

Kültür ve Edebiyat Dergisi

tersekansanat.org

Bu öykü Kültür ve Edebiyat Dergisinde yayınlanmıştır.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir