Dünya ekonomik, ekolojik ve siyasi olmak üzere üç başlık altında toplayabileceğimiz bir çoklu kriz sarmalı içerisinde. Bu sorun alanları kapitalizme içkin olan kriz mekanizmasının tezahürleri olmakla birlikte, sadece neden sonuç ilişkisi ile sınırlı bir etkileşim içerisinde olmadıklarından genel durum çoklu kriz olarak tanımlanabilir. Korona salgını krizleri belirginleştirip, etki alanlarının yaygınlığını gösterirken, neo-liberal politikaların sınırlarına geldiğini ve sürdürülemez olduğunu ortaya çıkardı.
Siyasi iktidarlar şirketleri ile birlikte pandemiyi fırsata çevirip dünyanın her yerinde ekolojik talanı arttırırken, yasak ve baskı politikaları pervasızlaşırken, işsizlik ve yoksulluk rakamları katlanarak büyüyor. Nijerya’da 2020 yılı verileri tüm zamanların en yüksek enflasyon oranlarına ulaşıldığını ve yoksul insan sayısında bir önceki yıla oranla en az yüzde 10’luk artış olduğunu gösteriyor. Hindistan ve Nijerya’da 2009’dan beri ulaşılan en yüksek değer olmakla birlikte; difteri, dizanteri gibi aşılarını hiç olmamış çocuk sayısının 10 milyonu geçtiği bildiriliyor.
Uzun yıllardır savaş politikalarının, kökten dinci saldırıların mağduru olan göçmenler pandemi krizinin en fazla etkilenip zarar görenleri oldu. Mülteci krizi, her yerde açık olarak yaşanan vahşet ve acımasız koşullarda hayatta kalma hakkının dahi devre dışı bırakıldığı haliyle dünyada kötülüğün geldiği aşamayı gözler önüne serdi. Dünyanın her yerinde terörize edilen ortamın etkisiyle kimlikleri hedef aldığını açıkça ilan eden ırkçı saldırılara tanık oluyoruz. Ayrımcılık şiddetinin organize saldırıları net olarak gösteriyor ki; ayrımcılık şiddetinin en fazla uygulandığı yeri görmeden, tanımadan bir hak mücadelesi geliştirmek mümkün değil.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından 30 Haziran 2021 de yayınlanan Küresel Haklar Endeksi raporuna göre; Avrupa en iyi kıta olmakla birlikte dünyanın her yerinde pandemi sürecinde işçilerin toplu sözleşmelerine uyulmadığı, açığa alma, işten çıkarma yetkisinin şirketlere verildiği, güvenlik ve sağlık taleplerinin işten atma ile sonuçlandığı, sendikal hakların, ifade özgürlüğünün engellediği bir 2020 yılı geçirdi dünya. Aynı rapora göre; Ülkelerin yüzde 87’sinde grev hakkı ihlal edildi, yüzde 79’unda toplu sözleşme hakkı ihlal edildi, yüzde 74’ünde işçilerin sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı gasp edildi ve 2021’de 32 ülke göçmenlerin sendikal haklarını engelleyici düzenlemeler yaptı.
Söz konusu ITUC raporuna göre, Türkiye işçi hakları açısından Bangladeş, Mısır, Kolombiya’nın da içlerinde olduğu en kötü 10 ülke arasında yer alıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika işçi sağlığının güvenliğinin önlemlerin yok sayıldığı, baskı ve soruşturmaların arttığı, işçiler için en kötü bölge.
Türkiye’de emekçiler açısından İçinde bulunduğumuz sürecin özelliklerini her yönüyle açıklayan örnek, yaklaşık 5 yıl öncesinde başlayan, yargılama olmadan tutarsızlık içinde KHK’ler ile binlerce kamu çalışanının görevlerinden ihraç edilmesidir. KHK rejimi altında işten çıkarmalar, bir insan hakları suçu olup işkence de denilebileceği tartışma konusu iken siyasi iktidarların otorite, baskı ve ekonomi politikalarının doğrudan parçasıdır ve iş güvencesi ile sınıf meselesinden bağımsız ele alınmaz. Bütün emek hayatını belirlemeye çalışan ve yoksulluğa mahkum eden sömürü politikalarıyla aslında; parçalanmış istihdam, geçici, sözleşmeli, ücretli vb çalıştırma biçimleri, işsizlik, günlük işçiler, mevsimlik işçiler, güvencesiz çalışma, emekliler, genç işsizler gibi birbiriyle ilişkili bir şirket devlet yapısının ekonomi tasarrufu olduğu açıktır. Son 7 yılın verileri kadrolu personel sayısının sadece yüzde 8 sözleşmeli istihdamın ise yüzde 362 arttığını söylerken; ancak kamu çalışanlarının kamusal hizmetler ve kamusal istihdamı yaygınlaştıran politikaları, insanlık hakkı için açlık sınırı altındaki nüfusun bu kadar arttığı dünyada herkese temel gelir güvencesi, çalışma saatlerini düşürerek yeni istihdam olanağı ve ekolojik uyumlu bir çalışma hayatı talepleri, geniş emeğin hakları ve adil yaşam için bir yol ve umut olacaktır.
Günümüzde kurumların dayanıklılığının kalmadığı, işlevlerinin her gün yeniden tariflendiği, hukukun kendisinin yok sayıldığı belirsizlik rejimi olarak ifade edilen; istikrarsızlığıyla farklı olan bu dönem, hak taleplerini siyasal olarak yansıtabilme yollarını birlikte aramamızı gerektiriyor. Önceki çağın belirleyicisi olan savaşlar sonrası yıkımlarını tamir eden, ana ilkesi barış olan, biçimsel olsa da işkenceleri, insan hakkı ihlallerini yasaklayan, uluslararası mekanizmaların denetimine açan biçimsel dünyanın yerine geçen; hak ihlalleriyle övünebilen, katliamları gerekçelendirebilen devletlerin, liderlerin olduğu bir dünya. İnsan hakları rejiminin de kriz halinde olduğu bu yeni dünyada, insan hakları rejimi krizi, hak mücadelesi verenler için eski zeminin olmadığını ve hak mücadelesini, talep siyasetini yeni bir paradigma ile örmeyi dayatıyor. Hak talebinin siyasi tezahürünü hep birlikte oluşturmanın yollarını aramalıyız. Bu yolda umutlu olmamızı haklı kılacak birçok birikime sahibiz ve parça parça bulunduğumuz yeri koruyor, direniyor, insanlık onurunu taşıyor ve aslında ortak ilkeler arıyoruz. Biliyoruz ki, geleceğe sahip olmak geleceksiz bırakılanlara sahip çıkarak mümkündür.
[…] Makalenin kaynağına buradan ulaşabilirsiniz […]