Makale

Çürüyen – Hakan Tuncal

Çürüyen bir şeyler var şu Danimarka Krallığında”

Baştan belirteyim, bu bir kitap tanıtım yazısıdır. İktidarıyla muhalefetiyle siyasetteki çürümeyi siyasetçilere, doğadaki çürümeyi doğa bilimcilerine, sağlık sistemindeki çürümeyi Türk Tabibler Birliğine, ticaretteki çürümeyi müfettişlere, adaletteki çürümeyi barolara, sanattaki çürümeyi sanat eleştirmenlerine, eğitimdeki çürümeyi eğitim sendikalarına ve dahi diğer çürüyenleri de ilgililerine havale ederek yazıma başlayayım da ağzımızın tadı bozulmasın.

Ah şu deniz salyası, bir de birilerinin ağzından akan salyalar… “Marmara Denizi ölmüyor, o ölüm artık gerçekleşti, çürüyor…” derken bu pazar, hepinizin yaptığı gibi sabahın erken saatlerinde kalkıp dizinin son bölümünü de izledikten sonra ne okusam diye düşünüp uzun zaman önce okuduğum, tiyatroda sinemada defalarca seyrettiğim Hamlet’i yeniden okuma isteği duydum.

Hikâyeyi bilirsiniz: Danimarka Prensi Hamlet, eğitim için gittiği Almanya’dan ülkesine döndüğünde Elsinore Sarayı’ndaki umumi durum ve manzara şu şekildedir: Amcası, öz kardeşini, Hamlet’in babasını, öldürüp tahta geçmiş ve yengesiyle, Hamlet’in annesiyle, evlenmiştir. Anlayacağınız saray, içindekilerle birlikte çürümüş, kokmaktadır. Hamlet de amcası Claudius’tan nasıl intikam alsam diye düşünür. Düşünür de çok düşündüğü için bir türlü eyleme geçemez. Çünkü “Bilinç, insanı ödlekleştirir”. Halbuki ne çok fırsat çıkmıştır karşısına. Düşünmekten bir türlü eyleme geçemez. Bir anlamda eylemsizliğin de hikâyesidir Hamlet.

Hamlet için “Danimarka bir zindandır.” “… dünya da”. “Hem âlâsı: İçinde birçok hücreler, koğuşlar, mahzenler vardır; Danimarka bunların en berbatıdır.” Peki bu durumda ne yapmalıdır? Herkesin bildiği ve tercümesi en zor olan o kısma geliyoruz. Ben Orhan Burian tercümesinden yararlandım.

Yaşamak mı, yoksa ölmek mi, mesele bunda. Kör talihin sapanlarına, oklarına zihinde tahammül göstermek mi daha mertçe olur, yoksa kaygıların ummanına karşı silahlanıp onları yok etmek mi? Ölmek: uyumak. O kadar! Bir uykuyla kalb üzüntüsünü, tabiatın bedene miras olarak verdiği bin bir acıyı sona erdiriyoruz diyebilmek, candan gönülden istenecek bir son olur. Ölmek, uyumak: belki de rüya görmek! Ya, dert orada: çünkü, bu fâni kalıbı üstümüzden sıyırıp attıktan sonra, o ölüm uykusunda kim bilir ne rüyalar görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor. Yaşamak felâketini uzatan işte bu düşünce. Yoksa – insan bir hançerle kendi işini halledebilirken – zamanın sillesinin hakaretlerine, zalimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi? Meşakkatli bir hayatın yükü altında inlemeye kim razı olurdu? Ne çare ki ölüm -sınırlarını aşan yolculardan hiçbirinin gelmediği o bilinmez ülke- ardında da bir şey vardır korkusu zihnimizi şaşkın ederek bizi, bilmediğimiz musibetlere düşmektense içinde olduklarımıza tahammül ettiriyor. Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor; azmin gürbüz rengi tereddüdün soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. En büyük en mühim teşebbüsler, bu düşünce yüzünden, mecralarını değiştiriyor; bir fiil adını almaktan çıkıyorlar”

Hepsi ve daha fazlasını Hamlet’i yeniden okuduğunuzda bulacaksınız. Shakespeare’in zamanın ve mekânın ötesine geçen bu eserinin neden her okunduğunda, sahnelendiğinde yepyeni duygular oluşturduğuna şaşıracaksınız. Yazımı İngiliz, denemeci, drama ve edebiyat eleştirmeni, ressam, sosyal yorumcu ve filozofu William Hazlitt’in Hamlet üzerine söyledikleriyle sonlandırayım:

Hamlet bir isimdir. Sözleri, hikmetleri şairin aklından uydurduğu şeylerdir. E öyleyse, gerçek şeyler değiller mi? Hem de kendi düşüncelerimiz kadar gerçek. Onların gerçeklikleri okuyucunun zihnindedir. Hamlet olan biz kendimiziz. Bu oyunun gerçekliği peygamberce, tarihin gerçekliğini aşıyor. Kim kendinin yahut bir başkasının başına gelenlerden kedere düşüp dertlenmişse; kim düşüne düşüne yaslanmış “fazla güneşte olmaktan” rahatsızlık duymuşsa; kim içindeki kara kuruntulara günün altın ışığının karardığını, karşısında dünyanın bir şey belirmez bir karanlık hâlini aldığını görmüşse; kim “karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine” katlanmışsa; kim ta içinden çöktüğünü, gönlünün hastalığa tutulur gibi kedere tutulduğunu hissetmiş, ümitlerin kırıldığını, beklenmedik şeyler karşısında gençliğinin solduğunu duymuşsa; kim, etrafında kötülük bir hayalet gibi dolaşıp dururken rahat edemiyorsa; kimin hareket kudreti düşünceye yem olmuş, gözünde kâinat sonsuzlaşmış fakat kendi hiçleşmişse; kim yüreğindeki acılıkla bir şeye aldırmaz olur, yahut hayatın kötülüklerini bir derece uzağına atmak için onların uydurma bir temsilini görmeye tiyatroya giderse asıl Hamlet işte odur.” (Hazlitt 1778-1830)

Hakan TUNCAL: 1972 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1994 yılında mezun oldu ve o yıl İstanbul’da öğretmenliğe başladı. Bir dönem Eğitim Sen İstanbul 1 Nolu Şube Yönetiminde görev aldı. 2004-2009 yılları arasında MEB tarafından Kazakistan’da görevlendirildi. Kazakistan Türkiye Türkçesi Eğitim Öğretim Merkezinde ve çeşitli üniversitelerde yabancılar için Türkçe dersleri verdi. Halen İstanbul’da bir devlet okulunda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Katya, Bir Fenerbahçe Romanı’nın yazarıdır.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir